16.06.2012

3-2: İngiltere Geri Döndü... mü?

İlk yarıyı seyredip bir şeyler almak için kendimi dışarı attığımda birisi maçın ikinci yarısının bu denli heyecanlı geçeceğini söylese hiçbir yere kıpırdamazdım. Ama büyük usta Ömer Üründül'ün de dediği gibi, futbol böyle ilginç bir oyun işte... Bir buçuk maç boyunca turnuvanın en istikrarlı ve sağlam alan savunmasını yapan İngiltere, oynayan bütün takımlar içinde gol atmakla alakası olmayan iki takımdan biri olan İsveç'ten beş dakika içinde iki gol yedi. Arkasından da turnuvanın diğer gol ve hücumla alakasız takımı İngiltere, bu maça kadar ayağına beş kere top değmemiş Wellbeck ve bir dakika süre almamış Walcott'tan on dakikada içinde iki gol bulup maçı aldı. İngiltere için müthiş bir zafer olduğu tartışılmaz ama galibiyetin geliş şekli doğru biçimde değerlendirilmezse İngilizler ve destekçileri beklemedikleri bir sonuçla karşı karşıya kalabilir.

Maçı ilk yarı ve ikinci yarı biçiminde tam olarak devre arasından ayırarak değerlendirmek doğru olacaktır. Oyunun içinde pek çok kader belirleyen an olsa da gecenin gidişatının değiştiği yer İsveç soyunma odasıydı. İlk yarı boyunca İngiltere, Fransa maçında da hepimizin içini şişiren alan savunmasını İsveç'e de uyguladı. İsveç'in hiçbir meziyet gösteremeyen orta sahası ve oyun kurmayla görevlendirilip uzaktan şut atmaktan başka bir iş görmeyen Ibra'sı ile hücumda organize olmaktan bihaber olan İngiltere sayesinde maç Fransa - İngiltere maçının ardından turnuvanın en sıkıcı ikinci maçı olmaya adaydı. Ama İsveç, buz kalıbı gibi oynadığı bir buçuk maçın ardından soyunma odasından ateş gibi çıkınca maç da alev aldı. Yarı başlangıcında gelen baskının ardından gelen bir karambol ve ardından İngiliz kulelerinin kaçırdığı bir kafa topuyla bütün hesaplar karıştı, soyunma odasından çıkan yangın İngiltere'nin eteklerini tutuşturdu. Telaşla saldıran İngilizler kötü bir sezon geçiren Walcott'un hak ettiği, şuursuz İngiltere'nin hak etmediği bir şans golüyle maça döndü. Hemen ardından ceza sahasına girilince gol atma ihtimalinin arttığının farkında olan sahadaki tek İngiliz olan Theo'nun tehlike bölgesine yaptığı penetre ve Wellbeck'in şans mı keramet mi bilinmez gol vuruşuyla skor belirlendi. Ama bu skor İngiltere'yle alakalı cümlelerdeki şüpheci üslubu kıramadı.

Turnuva başladığından beri İngiltere'yle ilgili görüşlerim değişmedi. İngiltere Milli Takımı'nın sorunu ne oyuncularıyla ilgili ne hocasıyla ne de tercih ettikleri taktikle. İngilizler'in oyunu bugünün futbol gerçeklerinin kaldıramayacağı derecede statik ve monoton. Oyunu açmayı, yönünü değiştirmeyi, hızlandırmayı, yavaşlatmayı, kısaca yönetmeyi bilmiyorlar. Bütün ataklar başladıkları hızla sürüyor, set oyununda alan paylaşımı ya da alan değiştirme söz konusu değil, hızlı ataklarda koşular, tercihler korkakça. Beşiktaş'ın efsane altyapı eğitmeni, Özkaynak sisteminin kurucusu Serpil Hoca'nın yazılarında uzun uzun anlattığı oyuna ve duruma göre konumlanma ve karar alma yetisi pek çok oyuncuda yok, olanlar da kalabalığın içinde etkisizleşiyor. İngiliz oyuncularının ve daha önemlisi hücumcularının pek çoğu oyun temposu içerisinde "akarak" düşünmekten çok belirli alışkanlıklara uyarak oynamaya alışkın. Örneğin, Glen Johnson Liverpool'da sürekli ileri çıkarak oynuyor, çizgiye doğru hızlı koşular, durum uygunsa orta değilse pas arıyor. Ashley Young içeriye doğru topla girip şut atmaya alışkın. Hepsi de bu biçimde çok etkin oyuncular. Ancak sıkıntı şu ki futbol her yerde Premier Lig'deki gibi temel öğenin tempo olduğu bir oyun değil.

Özellikle büyük şampiyonalarda takımlar garantici bir bakışla öncelikle yarı sahasını on kişiyle kapatmaya bakıyor, aynı İngiltere gibi. Bu tercih tempoyu düşürüyor, oyunu yavaşlatıp akıcı bir düzen için oyuncu kararlarının isabetli olmasının gerektiği bir durum ortaya çıkarıyor.  Bu durumun birincil anti-tezini oynayan takımsa İspanya. Kapanan yarı sahada savunmacılar arasında hem topu hem kendilerini dolaştırıp alan savunması denen şeyi paramparça etmek onlar için sıkıntı değil. İngiltere'nin çözümü ise ancak geçici olabilir. Çünkü değiştirmeleri gereken oyuncular değil. Değiştirmeleri gereken önceliği karşı kaleye doğru düz bir çizgi çekip oyuncuların oraya ve sadece oraya doğru koşmasına sebep olan fubol kültürleri. Nasıl ki Alman futbolu karakterini çeşitlendirmek için bir çaba içinde ya da İspanya, Barcelona üzerinden belirgin ve kazanan bir futbol kimliği oluşturmuş durumda, İngiltere'nin de böyle bir değişime ihtiyacı var. Bu da yeni bir zihniyetle yeni oyuncular yetiştirilmesi demek. Yani günü bırak kurtarmayı, eldeki durumu biraz olsun değiştirmesi bile mümkün değil.

Euro 2012'nin reçetesi ise iki isim: Walcott ve Rooney. Walcott'un hızlanma özelliği, cesareti ve deliciliği İngilizler'in oyunundaki o saf monotonluğu bugün on dakikada değiştiriverdi. James Milner tercihi tam manasıyla korkak ve kitaba uygun bir seçim: doğru ama oyunun gidişatına hiçbir katkısı yok. Hodgson kazanan bir takım istiyorsa taşları yerinden oynatması ve elindeki silahların sivri yanlarını kapatan korumayı azaltması gerek. Elinde öyle bir takım var ki risk almadan etkili olması belirli bir organizasyon ve alışkanlık gerektiriyor. Ve bu ikisi de olmadığından iş oyuncuların futbol zekasına kalıyor, ki onun da pek çoğunda az olduğu ortada. Walcott ruh ve karakter getirse de o da bir alışkanlık oyuncusu olduğundan tıkanan durumlara çözüm üretemiyor. İkinci isim Rooney ise sahaya değişik bir futbol kimliği koyacağı, az önce bahsettiğimiz zekayı getireceği için önemli. İngiltere'de birilerinin oyunu yönlendirmesi, oyunun akışıyla ilgili kararlar verebilmesi, eldeki kişisel alışkanlıklar ve harfi harfine uyulan teknik direktör direktifleri dışında bir şeyler koyması gerekiyor. Eğer bu gerçekleşmezse İsveç maçıyla turnuvaya dönen İngiltere'nin pek uzun kalamayacağı ortada.

12.06.2012

Euro '12 Grup B: Sizin İçiniz Kabarmış

A grubundan sonra B grubunun da falına bakayım dedim. Ama her takımın içi ayrı kabarmış, hepsinin geleceği ayrı bir karışık çıktı.


B grubuna bakıldığında herkesin yapabileceklerinden emin olduğu tek takım var, elbette Almanya. Ama ilk maçta takım halinde gösterdikleri performans beklentilerin uzağında kaldı. Veloso'nun şefliğinde yarı sahasını kapatan Portekiz'in oyununa karşı futbol aklı koyabilen tek oyuncuları Mesut Özil'di. Dünya Kupası'nda rakibi perişan eden kontraları da artık bilinir olduğundan ellerindeki tek koz sadece bu gibi gözüktü, tabi Gomez'in golcü sezgilerini de unutmamak gerek. Diğer yandan, özellikle Podolski, Müller kanatlarının da pek etkin olamamasıyla onlar için işler beklenenden fazla karıştı. Şükür ki ellerinde çakı gibi bir yedek kulübesi var. Löw kafayı biraz çalıştırdığı sürece sahada uygulayamayacakları bir şablon varmış gibi gözükmüyor. Alman futbol şansı da peşlerini bırakmıyor. Bu kadronun büyük bir turnuvada ilk kez set oyunu oynaması en büyük dezavantajları. Schürrle, Götze ve Reus'un kenarda unutulmaması, Podolski'nin geçmiş performansının Löw'ü yanıltmaması gerek. Ellerinde pek çok oyuncu var ama en önemlisi Mesut Özil. Böyle bir maestronun etrafında bu kadar yetenekli bir oyuncu nüvesiyle etkin bir set hücumu geliştiremeyen adama beceriksizten başka bir şey denemez. Haklarındaki en büyük soru işareti ise Portekiz'in yediği golden sonra yaptığı baskıya yanıt verememeleri, daha doğrusu karşı hücumlarla rakip kaleyi rahatsız edememeleri. Bütün bunlara rağmen ilk maçlardan sonra Almanya grubunun tek favorisi, kupanın da üç favorisinden biri.

Milli takımında düzen kurmayı bilmeyen birkaç ülke var Avrupa'da. Birisi tabi ki biziz. Diğeri, nedenleri bizimkine pek benzemese de, İngiltere. Pek tabi, önceki iki ülkeden tamamen farklı sebeplerle, bir de Portekiz var. Verimsiz düzen seçimi konusunda bu sene de istikrarlarını bozmadılar. Dünyanın en iyi birkaç oyuncusundan sayılabilecek Nani ve Ronaldo varken takımın taktik olarak temelini vasat forvetlerinin üzerine kurma konusunda ısrarcılar.  Almanya maçı itibariyle hücumda ne yaptıklarını anlamak pek mümkün olmadı. Ronaldo şut atıyor, Postiga top tutmaya çalışıyor, Moutinho ileri doğru topla çıkıyor, Nani topu ayağında zor buluyor... En acayibi yapılan bunca şeyin hiçbiri bir plan dahilinde yapılıyormuş gibi durmuyor. En etkili göründükleri anların, son on beş dakikada şuursuzca Alman kalesine hücum ettikleri anlar olması tesadüf değil yani. Bu tür bir durum için çözüm önerisi sunmak bile zor, çünkü takımın zihniyeti temelinden sıkıntılı gibi duruyor. Ellerindeki yeteneklerin potansiyeli düşünüldüğündeyse zihniyetin, planın pek esprisi varmış gibi gelmiyor. Bu kadar iyi alan savunması yaparken, elinizde Ronaldo ve Nani gibi iki teknik gurusu varken böylesine verimsiz futbol oynamak gerçekten zor zanaat. Yapmaları gereken bir şekilde hücum performanslarını arttırmak. Oyuncuların dizilişteki yerlerini değiştirebilirler, hücum planlarını değiştirebilirler ama oyuncular için doğru roller bir türlü bulunamadığından ikisinden birine karar vermek de, herhangi birisini uygulamak da zor iş.

B grubunda "rahatın battığı" diğer takım da grubun üçüncü büyük ismi Hollanda. Portekiz'den küçük bir farkla onların sorunları da sorunun çözümü de apaçık: Ya Arjen Robben ve Afellay'ı takım oyununa katılan ve katkı yapan oyunculara dönüştürecekler ya da ellerinde bolca bulunan hücum oyuncusu seçkisinden başka oyuncularla yola devam edecekler. Danimarka maçında Sneijder ve van Bommel dışında orta saha oyuncularının toplu oyuna gerekli katkıyı verememesi hücumlarının kısırlaşmasına ve tempo kaybetmesine sebep oldu. Afellay ve Robben maçın o an bulundukları kulvardan ibaret bir alanda oynandığını düşünüyor olsalar gerek, bir kez olsun takım oyununa katkı vermeye çalışır gibi gözükmediler. Yine de Sneijder'in performansı ve van Bommel'in liderlik konusunda geri adım atmaması onlar için umut verici. Ki, bunca tersliğe rağmen Huntelaar ve van Persie dört karşı karşıya pozisyonu heba etmese ilk maçtan üç puanla çıkmış olabilirlerdi. Ne yazık ki, bir şanssızlıkları var: Son iki maçları Almanya ve Portekiz'le olacak. Bu maçlardan dört puan çıkarmak, Danimarka maçında yaptıkları, yapamadıkları her şeyden çok, çok daha zor olacaktır.

Ve, son olarak, grubun mazlumu Danimarka... Onlar hakkında söyleyebileceklerim çok az. Çünkü ne yazık ki başarılı olmak için yapabilecekleri pek az şey var gibi görünüyor. Hollanda karşısında aldıkları üç puan tam manasıyla bir lütuf, bir kıyak oldu. Almanya ve Portekiz maçlarında yapmaları gereken Hollanda maçında yaptıklarından çok da farklı olmayacaktır. Kvist ve Zimling'in performanslarının düşmemesi, Agger ve Kjaer'in sakarlaşmaması onlar için en önemli kriterler. Andersen'in ilk maçtaki muhteşem performansı ise önemlinin bile ötesinde. Savunmadaki bu üç parametrede düşüşe geçmemeyi başarıp hücumda hızlanabilirlerse bir şansları olabilir ama Bendtner'den medet ummaları sahanın ileri ucunda şanslarını çok azaltıyor gibi gözüküyor.

Euro '12 Grup A: Devrimin Önünü Açın!


Euro 2012'de  ilk maçlar geride kaldı. Takımlar hiç maç oynamadan yazılan tahmin yazılarından hiç hoşlanmayan bendeniz de "artık zamanıdır" deyip blogun aylardır süren futbol suskunluğuna bir son vermeye karar verdim, grubun kaderine yön verecek ikinci maçlar oynanmadan A grubuna ilişkin bir şeyler karaladım. 


Turnuva başlamadan önce konuşulan bu grubun maçlarını izlemenin küçük çaplı bir işkence olacağı yönündeydi. İlk maçlar itibariyle aşağı yukarı hepimiz yanıldık. Polonya, Yunanistan ve Çek Cumhuriyeti'nin kalitelerinin birbirlerine pek yakın olması ve Rusya'nın D grubu maçlarının daha oynanmadığı şu güne kadar turnuvanın en akıcı futbolunu ortaya koymasıyla takibi pek keyifli bir hal aldı A grubu. Peki, ne olacak ev sahibi Polonya'nın hali? Takım oyunundan bihaber Çekler'i Rosicky kurtarabilecek mi? Yunanistan çeyrek final görüp tarihlerinin ikinci sürprizini yapabilecek mi? Ve, belki de en önemlisi, Rusya bu sefer yarı finali geçebilir mi?

İşin kolayına kaçıp ev sahibinin durumuna eğilerek başlayalım: Polonya elinde önemli potansiyel taşıyan bir oyuncu kümesiyle turnuvaya girdi. Fakat ilk maça bakıldığında ne futbol aklı olarak ne de düzen olarak yeterince etkileyici görünmediler. Olumlu veri olarak elde Yunanistan karşısındaki ilk yarım saat var. Diğer yandan Yunanistan'ın top kullanma konusunda neredeyse çaresizlik derecesinde yetersiz olan orta saha bölgesi karşısında ev sahibinin böyle bir baskı kurmaması abes olurdu. Maçın kalan altmış dakikası ise tam anlamıyla karanlık. On kişi kalan bir Yunanistan karşısında ikinci golü bulacak hamle teknik anlamda kenardan, mental anlamda da oyunculardan gelmedi. Seyirci avantajı da tribünlerin bu hale "seyirci kalmasıyla" pek anlamlı gözükmedi.

Polonya'ya lazım olan çok şey var gibi gözüküyor. Öncelik Kuba, Piszczek ve Lewandowski üçlüsünün performasında gibi gözükse de bana kalırsa sorun da çözüm de burada değil. Bu üç oyuncunun parladığı ve hatta Lewandowski'nin ManU seviyesine çıktığı Dortmund'da sahanın her kulvarında etkin, makine gibi bir işleyen bir düzen söz konusu. Elbette, Poloya'nın bu kadar kısıtlı bir sürede Dortmund seviyesinde bir disipline çıkması mümkün değil. Yine de bu, oyunlarının Lewandowski'nin üzerinden dönen ataklar ve Kuba-Piszczek ikilisinin işlettiği sağ kanattan ibaret olmasını gerektirmiyor. Özellikle ilk maçta Lewandowski'nin ilk yarı boyunca meşgul edip yıprattığı orta ikiliyi zorlayacak bir hareket göremedik. Maç boyunca ortadan gelen topları kenarlara taşıyarak gol bulmaya çalışan bir oyun anlayışı vardı, Yunanistan savunması da bir avuç "sarı adamdan" ibaret olmadığı için ikinci yarıda bu oyunu kitlemeyi başardılar. Smuda'nın kulübede bu manzarayı seyretmesi ve takımın en iyileri olduğuna inandığı oyuncuları ve oyun planını değiştirme cesaretini gösterememesi en büyük yanlıştı. İkinci maç için Polonya'nın oyun içinde B planı üretmesi şart. Yoksa sadece ilk yarım saatin takımı olmaya devam edebilirler.


Grubun  en kötüsüyle devam edelim: Çek Cumhuriyeti şampiyonanın ilk haftası geride kalırken en plansız ve en etkisiz takımdı belki de. Son üç yıldır on tane maç izlemiş birisinin bile görebileceği çok basit ve temel bir sıkıntıları var: Takımın önüyle arkası arasındaki mesafeyi ayarlayamıyorlar. Rusya'nın geriden ileriye doğru çok akıcı ve uyumlu bir futbol oynaması bu sorunu çok net bir biçimde ortaya koydu. Ruslar ne zaman topu kazanıp arkalarını dönse hücum yapabilecekleri üç kulvarda da geniş geniş boşluklar buldu. Bunları bolca değerlendirdi, skoru geç bulsa da son yarım saatten önce Çekler'i oyundan düşürmüşlerdi. Taktik disiplinin tavan noktalarını seyrettiğimiz bir Avrupa Şampiyonasında bu eksiği cezalandıramayacak bir takım olduğunu zannetmiyorum. Ya oyunu rakip sahaya yıkma planlarından vazgeçip karşı hücumlara ümit bağlayacaklar ya da rakip sahada biraz daha planlı oynamanın bir yolunu bulacaklar. Kaldı ki, sahanın ileri yarısında organize olma konusundaki sıkıntılarını yazmaya kalksam üç paragraf bitirebilirim sanırım. Bütün hücumlarda hareket halindeki her oyuncu diğerinin düşündüğü şeyden farklı bir işin peşindeydi. İki oyuncunun birbirleriyle uyumlu aksiyon gerçekleştirdiği tek pozisyonda golü bulmalarıysa oyunun onlara bir hediyesi oldu. Her şeye rağmen Rosicky etrafında organize olunursa, Plasil'den gereken verim alınabilirse ve Baros biraz topu hatırlarsa onlar için bir umut olabilir. Kısaca, işleri çok zor.

Ve, ilk hafta bir kişi eksik takımla mağlubiyetten geri dönmeyi penaltıyla kaçıran Yunanistan... Açılış maçının ilk yarım saatinde tabir yerindeyse kupanın kötü adamı gibi göründüler, ikinci yarıdaysa hem seyirci hem de kendileri için turnuvanın heyecan ateşini yakan, keyif veren takım oldular. İşin ilginç tarafı kalan maçlarda stratejik olarak avantajlı görünüyorlar. Rusya ve Çek Cumhuriyeti topu onlara teslim etmeyecekse, ki durum böyle görünüyor, en azından Çekler karşısında bir  galibiyet almaları sürpriz olmayacaktır. Böyle bir grupta dört puanla çeyrek finale kalma ihtimalleri hiç de az değil. Ama onların da bol bol sıkıntısı var: On kişi kalana kadar savunmalarının her bir mevkisi başka bir telden çalıyordu ve golü de bu şekilde yediler zaten. İleride Samaras'ı kanatta oynatma tercihi tam bir skandal, değişmesi şart. Orta sahaları oyunu yönlendirme konusunda turnuvanın en zayıfı. Ama bu falsoları sadece kontra yapmaları ve kalelerini savunmaları gereken maçlarda kendiliğinden çözülebilir. Yunanistan Euro 2008'de yaptığı savunmayı hatırlamalı ve bir şekilde hızlı hücum işini kotarmalı. Salpingidis gibi beklenmedik koşular yapabilecek bir ismi daha Samaras'ın yerine ekleyebilirse hem bu grubu hem de turnuvayı karıştırabilir, ilk maçta bir yarıdan diğer yarıya yaşadıkları değişimi şampiyona geneline yansıtabilirler.

Grubun ve denebilir ki turnuvanın şu an en kafası rahat ekibiyle, Rusya'yla yazıyı kapatalım. Kabul, Çek Cumhuriyeti karşısında çok etkileyici gözüktüler. Evet, turnuvanın İspanya ve Hırvatistan'la birlikte en uyumlu takımı olabilirler ve ellerinde Arşavin, Şirokov ve Dzagoev gibi özel oyuncular da var. Ama ilk maçta karşılarında orta saha direnci hallaç pamuğundan hallice bir takımla oynadıklarını da unutmamak gerek. Kalan iki maçlarında da tamamiyle farklı, orta bölgesini sert ve sağlam isimlerle kapatan ve takım olarak arkada kalmayı devamlı olarak becerebilecek ekiplerle oynayacakları da unutulmamalı. Rusya ilk haftayı çok etkileyici bir görüntüyle geçmiş olmasına rağmen rakipleri sebebiyle bu görüntü biraz yanıltıcı da olabilir. Onlar için gerçek sınav disiplinli ve sert bir orta saha ve dayanıklı bir savunma karşısında olacak. Bu anlamda gerçekten sağlam bir ekip de çeyrek finale kadar karşılarına çıkacakmış gibi gözükmüyor. Ellerindeki kozları doğru zamanlarda, doğru biçimde oynarlarsa yarı finali ve hatta ötesini görebilirler. Zayıf noktaları olan iki stoperlerinin de ağır isimleri olmasıysa maçların öneminin giderek artacağı bir ortamda pekala önlerinde bir engel olabilir. Geçmiş turnuvalardaki iyi oynayan, izleyici tarafından sevilen ama kupa koleksiyonu kısıtlı Hollanda'dan bayrağı devralmak istemiyorlarsa güçlü noktalarını iyice öne çıkarıp zayıf noktaları takım oyunu ve belki de bireysel çabalarla kapatabilmeliler. Aksi halde B grubundan gelecek bir kodaman önlerini keser, ellerinde Dzagoev'in jeneriklere geçen golleri kalır.

1.06.2012

Tahiti Futbolu ve Tehaular!

Dünya Kupası elemelerinde Okyanusya kıtasında görülen fantastik skorlara alıştık sanırım artık, o eşiği atlatmış olmamız lazım. Ancak 10 gol atan bir takımda gol atan isimlerin dokuz tanesinin aynı olmasına alışmadık. Buna alışan varsa kendisinin nasıl bir futbol dünyası olduğunu sorgularım.

Tehau ismine ait dokuz gol var ancak bunları dört farklı Tehau paylaşmış. Araştırmadım şahsen aile mi değil mi diye, öyle bir niyetim de yok. Hatta belki de bizdeki Yılmaz soyadı gibi onlarda da Tehau soyadı yaygındır, nereden bilelim... Neyse... İkişer gol A. ve J. Tehau'dan gelmiş, bir golü T. atmış, diğer dört taneyi de L. atmış. Tabii bu A, T, J ve L isimleri birer kişiyi simgeliyorsa. Belki de Halil-Hamit Altıntop gibi ikisi de L, A veya J olan başka Tehaular da vardır, bilemeyiz. En basit haliyle bile dört farklı Tehau var.

Akşam akşam böyle bir goygoya girdim ama ben ne yapayım, slogan olsa olur "goygoyseniçağırıyor!" diye. Maç skorlarını kontrol ederken 1-10 görüyorsun, hadi küçük takımlar denk gelir olur diyorsun ama golleri atanlar dikkat çekmeyecek gibi değiller.

Ayrıca, L. Tehau isimli arkadaşın da hiç saygısı yokmuş rakibe, 83-84-85 diye arka arkaya sıralamış edepsiz. Zaten skor olmuş 1-7, neyin peşindesin arkadaşım? Rahmetli Erdoğan Arıca hayatta olsaydı da kulaklarını çınlatsaydı keşke bu arkadaşın...

  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO