31.05.2010

Not Defteri #40

  • Bizim Not Defteri'ni karalamayalı 5 hafta olmuş. 23 Nisan'dan beri yazmamışım hiç bir şey.
  • Hemen postun fotoğrafıyla gireyim olaya. Gördülüğü üzere Marko Marin forması oluyor kendisi. Werder Bremen Almanya'da sevdiğim ender takımlardandır, Frings orada daha ne olsun.. Marin'i de severdim oraya gitti. Marmaris'te de orjinal formaya denk gelince kaçıramazdım.. Mükemmel..
  • Almanya'da sevdiğim ender takımlar dedim de Bremen'den ayrı bir de Dortmund'u severim biraz, başka da yok. O da çocukluğumda Şampiyonlar Ligi finali oynadıklarından olsa gerek. İyi oynuyorlardı, "kötü değil aslında" diye izlenim bıraktılar. Tabii bir de UEFA'da güle oynaya elediğimiz için :)
  • Bir de çoğu kişi gibi Lena Meyer'i sevdim Almanya'dan. Aslında tam olarak "güzel" değil ama sempatiklik ve sevimlilik konusunda açık ara önlerde olduğu kesin.
  • Tam 3 haftadır kola içmiyorum. Coca Cola, Pepsi veya diğerleri, hiç birini içmedim. Sprite içiyorum ya da 2 litrelik Sprite bulamazsam SenSun içiyorum..
  • Tabii Ice Tea Limon'u es geçmemek lazım. Milli içeceğim benim.
  • Ayrıca şu an Maliano kişisini kınamakla meşgulüm twitter üzerinden, akşam yemeğinden önce buraları yazıyorum ve karnım çok aç ama kendisi öyle bir künefe fotoğrafı koydu ki dibim düştü. O künefe fotoğrafının intikamı alırım ben, kolla kendini basketçi blogcu!
  • Beach Life ve SimCity 4'e başladım geçenlerde. Delilik değil de nedir bu sorarım size. Finallerden sonra Dünya Kupası sırasında boş vakit geçirirken iyi işe yarar bunlar.

Milli Takım Hocasının Maaşı..

Fatih Terim'in maaşı hakkında inanılmaz tartışmalar dönmüştü memlekette. Aylık 150.000 TL maaş mı olurmuş, yıllık ortalama 10.000 TL gelir sahibi olan ulkede bunun 15 katını bir ayda almak hangi akla hizmetmiş. Bunların hepsini tek tek yaşadık, günlerce gazetelerde tartışıldı, mecliste önergeler verildi sorgulandı bu durum.

Mayıs ayı bitmek üzereyken açıklandığı üzere İtalya Milli Takımı kupadan sonra Cesare Prandelli'ye emanet edilecek. Fatih Terim'in 150.000 aylığı net olarak 1.800.000 TL ediyordu. Bugün açıklanan ücret şu Prandelli için: 1.200.000 €

Güncel kura göre(1€=1.93TL) 2.360.000 TL yapıyor Prandelli'nin alacağı para. Onlar vergi ödüyor, şu an ne kadar olduğunu araştırmadım ama %50'si gitmeyecektir herhalde, %25 bile gitse Terim'in o dönemki maaşı ile aynı yapıyor hemen hemen.

Ülkede kağıt üzerinde en başarılı yerli teknik adam kim? Fatih Terim. E bitti o zaman. Zamanında meclisinden federasyonuna her yerlerde isyan eden kitle Avrupa'da sandıkları "yaa milli takımdayım, ucuza çalışayım" mantığının işlemediğini fark etmiş olmalılar.

İtalya'da parlak kariyerin ardından dibe vurup kariyerinin en kötü sezonlarından birini yaşayan adam 2.360.000 TL karşılığında milli takımın başına geçiyorsa, Türkiye'de ülkenin en kariyerli/başarılı görünen teknik adamının 1 sene evvel yılda 1.800.000 TL alması gayet doğal.

Sanıyorum ki hayatımda ilk kez Fatih Terim'i savundum...

28.05.2010

Yapma Bunu NTV

NTV Spor'da Fenerbahçe Kadın Basketbol Takımı hakkındaki haberin son paragrafını görüyorsunuz. Taraflı-tarafsız tartışması sık yaşanıyor medyada ama böyle bir hata/ihmal/kasıt ne derseniz deyin, hiç bir şekilde kabul edilemez bir şey.

Bir takımın antrenöründen "antrenörümüz" diye bahsediyor Türkiye'nin en "ciddi" ve "tarafsız" spor servisi. Linki bu, düzeltilmemiş olursa buradan görürsünüz, yoksa fotoğrafta zaten belli oluyor açık açık.. Muhtemelen Fenerbahçe'nin resmi sitesinden aldılar bu metinleri ama belli ki pek de sorun teşkil edeceğini sanmamışlar, metinleri kontrol etme gereği duymamışlar. Sizi bizi mi olur bu işin, değil mi?

Gerçi bende de sorun var, sana ne kardeşim, neden takıyorsun bunlara.. Bu ülkede Bursa'nın şampiyonluğunun ertesi günü en çok satan, mevcut şartlarda en kaliteli gözüken spor gazetesinin bile ana sayfasında şampiyonluk haberi minik bir yere iliştiriliyor.. Birileri çıkıp Fenerbahçe'ye açık açık "biz" demekten çekinmemiş, suç mu? Değildir herhalde..

Fiorentina Niagara'da!

Fiorentina sezonu noktaladıktan sonra Kanada turuna çıktı. Prandelli ile son dakikalar yaşandı bu turda. Son maçta Juventus'u 1-0 mağlup ettik Jovetic'in golü ile ve Prandelli'yi güzel uğurladık takımı dibe vurdurduğu sezonun ardından.

Kanada turundaki takım gitmişken Niagara Şelalesi'ne de uğramış. Geçen sezon takımın kampı blogda ilgi çekici olmuştu, yeni sezonda da sürmesi konusunda istek gelmişti bir kaç kez. Yeni sezonu açmadan önce mevcut sezonu bu kampla kapatmış olalım.

Videonun içeriğini izlemeden önce merak edenler varsa paylaşayım:
- Juve maçında Jovetic'in attığı gol
- Niagara turu
- Prandelli'inin Juve maçı sonrası saha içindeki vedası

Bitmiş Bu!

Elbette kendi başıma helikopter tutup da fotoğraf çekecek halim yok, Galatasaray SK Twitter sayfasından aldım fotoğrafı.

Sağ tarafta kale arkasının prekastları komple bitmiş.. İnanılmaz görünüyor.. Beni benden alan o oldu şu karede..

Euro 2016 Fransa'nın

Çok yorum yapmak istemiyorum ben, Şenes Erzik hepimizin söylemek istediklerini bir bir anlattı canlı yayında.

Benim tek yorumum şu olacak: Çocukken izlerdik ya, olimpiyatlar vardı Laff A Lympics adında. Scooby Doo'lar, Yogi'ler ve Gerçek Kötüler katılırdı. Bugün Gerçek Kötüler kazandı işte. Tarafsız olması gereken UEFA başkanı alenen taraf oldu, elinden geleni yapıp Fransa'ya hediye etti organizasyonu. Başka bir yorumum yoktur.

Zarfı açarken "Melih Gökçek sırıtışı" yaptı adam, orada belliydi zaten her şey, çevirip de Fransa diye okumasını beklemeden Fransa'ya gittiğini anlamıştım..

Yardım/Destek

Gün içerisinde ve dün(27 mayıs) gece maillerimi pek kontrol etme fırsatım olamadı, o yüzden durumdan yeni haberim oldu.

Hemen içeriği paylaşalım sözü uzatmadan.. Galatasaray tribünlerinden bir arkadaşımızın kardeşine lösemi teşhisi konmuş. Bu hastalığın tedavisinde en iyi yerler Çapa ve Cerrahpaşa deniyor mailde ancak bu iki yerde hasta arkadaşımızı/kardeşimizi yatırıp tedavi ettirmek için bir aracı veya yardımsever birilerini bulmak zorundalar. Bu iki hastaneden birinden doktor bulmaları lazımmış sevk yaptırabilmek için.

Bahsi geçen doktor bir yakınınız veya tanıdığınız yoksa da bunu ne kadar çok kişiye iletirseniz o kadar iyi olur..

İletişim:
Yunus Dinç & Şükrü Dinç
yunus_dinc@colpal.com
only_you89@hotmail.com
Telefon: 0 538 891 49 49

26.05.2010

Helal Olsun Sizlere!

Bunu olaydan 10 gün kadar sonraya sarkıtmam kasıtlı bir olay. Gördüğünüz fotoğraf 17 Mayıs 2010 tarihli Fanatik'e ait. Araya kaynasın istemedim, şampiyonluk ve Aziz Yıldırım olayları soğuduktan sonra eklemek istedim. Türkiye'de 5. şampiyon çıkmış, herkesin beklediği devrim gerçekleşmiş, ülkenin en büyük spor gazetesi olarak görülen Fanatik'in manşetinde Kadıköy'deki olaylar var.

Bursaspor'un şampiyonluğu sembolik olarak ilk sayfaya konmuş, iliştirmişler sayfanın ucuna. E zahmet olmuş, onu da yapmayaydınız..

Ne olmuş yani Bursa şampiyon olmuşsa? Sizin futbol dünyanızın ekseni İstanbul'dan geçiyor değil mi? Bursa veya X bir takım şampiyon olsa ne olur ki? Koyun kenara gitsin, ne de olsa Aziz Yıldırım iki gün sonra gündemi değiştirir, Bursa'yı komple unutursunuz ki değiştirdi de zaten gündemi.

Ben spor gazetesinde yanan stadı değil kazanılan kupayı görmek istiyorum. Şampiyonluğun sabahında böyle bir manşet attıktan sonra 12 sayfanın 12 tanesini de Bursa'ya ayırın ilerleyen günlerde, kim inanır sizin samimiyetinize?

Hoş zaten inanan yoktu da..

24.05.2010

Bolivya'nın Uruguay Sevgisi(!)

1930'da Uruguay'da düzenlenen ve ev sahibi ülkenin zaferiyle sonuçlanan ilk Dünya Kupası'na katılan bir kaç ülkeden biri olan Bolivya ev sahibi Uruguay'a selam ediyor giydiği forma ile.

Ancak dikkatli olanlar fark etmiştir ilk anda, pek de saygı-sevgi gösterisi gibi durmuyor bu çekilen takım fotoğrafı. 3. u harfini mi unuttular, yoksa son u harfini giyecek olan oyuncu mu ortalarda yok bilinmez.. Tek bilinen ev sahibi Uruguay'a saygı duymak isterken Urugay yazıp işi ufak çaplı bir hakarete taşıdıkları.

Neyse ki günümüz kupalarında bu tip formalar kullanılmıyor, böyle karışıklıklar yaşanmıyor..

23.05.2010

Şaka Gibi...

Tarih 16 Mayıs 2010, Selçuk Şahin nerden duyduysa duyuyor ve Bursa maçının 2-2 olduğunu saha içine işaret ediyor. Gevşeyen ve top çeviren takım belki de şampiyonluk golünden oluyor.. Elbette tek sorumlu Selçuk değil o gün olanlarda ancak anonsçu adamdan evvel tribünü değil sahayı gevşeten kişinin O olduğu konusunda çoğu kişi hemfikir. Amacım dalga geçip olayları 1 hafta sonra yeniden gündeme almak değil..
Ancak tarih 22 Mayıs 2010'u gösterirken, Fenerbahçe-Trabzon maçının dumanı tüterken, Selçuk'un ve anonsçunun yaptıkları unutulmamışken "22" Mayıs günü Selçuk Şahin'in "22" numaralı formayla sahaya çıkması pek manidar olmuş. Sen ligi bitir, milli takımdan davet al, oynadığın ilk maçın tarihinin "iki-iki" olduğu yetmezmiş gibi forma numaran da "iki-iki" olsun..

Ben olsam psikolojik olarak çökerdim bunları fark ettikten sonra.. Selçuk durumun farkında mıydı bilmiyorum ama 16 Mayıs akşamını unutmak isteyen adamın bunları takacağını hiç sanmıyorum.. Sadece bizler için komik/ilginç bir anı olarak kalacak Türkiye-Çek Cumhuriyeti maçındaki bu ufak detaylar..

Golcü! : Bayern 0-2 Internazionale

Su tatsiz gunde postu bana kitledigi icin Franchi'ye selam ederek baslayayim yaziya.. Canim istemiyor dedim, Inter'in sampiyonlugunu yazmak icimden gelmiyor dedim.. dinletemedim..

Acikcasi final ibaresi olmasa, Sampiyonlar Ligi grup maci oynaniyor deseler kimse yadirgamazdi saniyorum.. Ben yadirgamazdim.. Avrupa'nin kult iki takimi olmalarina ragmen Sampiyonlar Ligi'nde degil final, ceyrek final sonrasinda bile pek alisik olmadigimiz iki takimin, finalde dikkatli oynamasindan dogal bir sey yok.. Milito'nun iki nefis golu ve ikinci yari 60'a kadar olan Bayern baskisi disinda pek akilda kalici bir mac olmadi acikcasi..

Inter'de Motta'nin yoklugu kayip olarak sayilmamasina karsin, Bayern'de takimin 2 yildizindan biri Ribery'nin olmamasi hem Bayern hem de biz tarafsiz izleyiciler icin kotu haberdi suphesiz.. Ribery'nin yoklugunda Robben ve Olic'e daha rahat onlem alma firsati buldu Inter ve Bayern defansinin uyumasiyla degajdan gelen topu aglara gonderdiler.. Milito havadaki topu once arkadasina indirip sonrada mest edici bir sogukkanlilikla Butt'un uzerinden gonderdi topu.

Bu golden sonra ilk yari bitene kadar oyun anlayisini degistirmeyen Bayern verimliligini ikinci yariya sakladi diyebiliriz.. Zaten ikinci yarinin ilk 15 dakikasini Inter yari alaninda oynayan Bayern, Inter'in kusursuza yakin takim defansini bir tek Robben'in bireysel cabasi ile delmeye calisinca pek bi meyvesini alamadi rakip yari alanda oynamanin..

Milito'nun Demichelis'i yok edip attigi enfes gol maci %90 bitirmisti zaten.. Bayern'in 80. dakikaya kadar bulacagi bir gol macin son 10 dakikasini efsane yapabilirdi ama Nou Camp'tan beri neredeyse sıfır hata ile oynayan Inter savunmasi, Kupa 1'i riske bile atmadi..

Porto'dan sonra Inter ile de Sampiyonlar Ligi'ni alan Mourinho'nun mac bitmeden Van Gaal ve Bayern ekibini kutlamaya gitmesi macin en guzel anlarindan biriyidi. Mac sonrasi sevinmesi ise sanki biraz veda havasinda gerceklesti.. Hic hazzetmesem de, bir senede kazandigi 3 kupa sanirim bir takima veda etmek icin en iyi hikaye olur.. Mourinho ve Inter ile tum Interlileri tebrik ederek Dunya Kupasi'na hazirlanalim hafiften..

21.05.2010

Unutulmazlar: Archie Gemmill

Archibald Gemmill yani Archie Gemmill ismi belki performans olarak Dünya Kupası'nda tarihe geçmedi ancak 1978'den beri her Dünya Kupası öncesi en güzel gollerde adı geçiyor. Gemmill Dünya Kupası tarihinden ziyade futbol tarihinde kulüp performansı ile iz bırakmış bir oyuncu aslında. 1978'de Arjantin'de cuntanın gölgesinden kalan kupada son finalist Hollanda'ya karşı efsaneler arasına giren golü atan bu adam her şeye rağmen Hollanda'nın yine final görmesine engel olamamıştı. 1 Haziran 1978 günü başlayan kupada 4. grubun son maçı oynanıyordu. Peru'nun 5 puanla lider olduğu grupta Hollanda 3 puan ve +3 averaj ile 2. sıradaydı. İskoçya ise 1 puanla ve -2 averaj ile 3. sırada yer almıştı. İskoçya'nın efsanevi Hollanda'ya 3 gol fark atması lazımdu 11 Haziran günü oynanacak olan grup finalinde. Galibiyete 3 değil 2 puan verilen dönemden bahsediyoruz, günümüzdeki gibi düşünmemeliyiz burada. İskoçya'nın galibiyete ihtiyacı olan maçta Hollanda 38'de İran'a karşı hat-trick yapan Rensenbrink'in golü ile öne geçiyor. 44'te İskoçya tarihinin en büyük efsanelerinden biri sahneye çıkıyor: Kenny Dalglish. İlk yarısı 1-1 ile noktalanan maçta ikinci yarıyı ana konumuz Archie Gemmill ele geçiriyor. Kendisini kupa tarihinin önemli anlarından birine doğrudan sokacak performansına imza atıyor. 46. dakikada penaltıyı gole çeviriyor ve penaltı ile öne geçen Hollanda'yı penaltı ile mağlup duruma getiriyor.
Ve ardından yıllardır jeneriklere alırken kimsenin tereddüt etmediği o muhteşem golü geliyor. Sağ kanatta önünde kalan topla Hollanda savunmasının arasına fırtına gibi giriyor. Sadece 2 harekette 6-7 kişinin yer aldığı savunmayı arkasında bırakıyor. Plase vuruşuyla yakın mesafeden kalecinin üstünden aşırdığı topun son durağı kale ağları olunca da Gemmill ismi tarihe geçiyor bir anda. 3-1'den sonra Hollanda'ya karşı 1 gol daha bulmaları halinde 1974'ün finalisti efsane Hollanda kupa dışı kalacak duruma geliyor. Ancak ilerleyen dakikalar Gemmill'in değil aylar önce milli takıma veda eden Cruyff'un arkadaşlarının ilerlemesini sağlıyor tarih sayfalarında. Johnny Rep'in golü Hollanda'yı finale kadar taşıyacak gol oluyor bir anlamda ve maç 3-2 sonlanıyor. Böylelikle Archie Gemmill ismi Hollanda'ya kabus yaşatan ve kupa tarihinin en efsane gollerinden birini atan adam olarak tarihe geçiyor. Bu kupada Kenny Dalglish gibi Graeme Souness'ın da İskoçya'da Gemmill ile takım arkadaşı olduğunu belirtelim.

Peki kimdir Archie Gemmill? Biraz da bu ismin Dünya Kupası'ndaki golü kadar hatırlanması gereken futbolculuk yaşamına değinmek gerek. 1964'te St. Mirren'de başlayan kariyerinde 3 sene boyunca biraz sakatlıklarla uğraşıp tatmin edici bir oyun ortaya koyamıyor. Resmi bir kupa kazanamayıp sadece takımın yer aldığı Renfrewshire bölgesine özel bir sezon öncesi turnuvasında şampiyonluk yaşıyor. Ancak 1966'da İskoçya Lig Kupası'nda tarihe geçen bir isim oluyor Gemmill. Kupadaki Shawfield maçında Jim Clunie'nin yerine oyuna giriyor ve bu olay İskoçya tarihinde taktiksel anlamda ilk oyuncu değişikliği olarak yer ediyor. 3 yılın sonunda Preston North End'e transfer oluyor bu genç İskoç, 1967-1970 yılları arasında 100'e yakın maç yapıyor ve burada da yine kupasız bir 3 yıl geçiriyor. 3 sezon sonra, 1970'te 1970-71 sezonunun başlangıcı ise Gemmill ismi için dönüm noktalarından biri oluyor. Efsane olacağı Derby County'ye gidiyor.
O dönemde Derby'nin başında ise tarihin en büyük teknik adamlarından biri bulunuyordu: Brian Clough! 13.000£ karşılığı transfer olduğu Preston'dan Derby'ye giderken tam 60.000£'luk transfer ücreti alıyor. Clough'a kendisini yardımcı antrenörü öneriyor ve bunun üzerine efsane teknik adam Gemmill'i Everton'ın elinden şampiyonluğu alma yolunda önemli bir isim olarak görüyor; orta sahada pas trafiğini sağlayıp takımı hücuma kaldıracak oyuncu olarak ideal isim olduğunu belirtiyor. Günümüzde box-to-box denen oyuncuların temeli diyebiliriz belki de. Modern futbolda box-to-box oyuncular fiziki anlamda da güçlü oluyor ki Clough'un tercih sebeplerinden biri de Gemmill'in gücünün de iyi kullanan bir oyuncu oluşu. Efsane teknik adam başlarda Derby'ye gitme konusunda gönülsüz olan Gemmill'i teklifi kabul etmezse sabaha dek kapısında bekleyip arabanın içinde yatmakla tehdit ediyor. Gemmill'in eşi Clough'u içeri alıyor sokakta kalmaması için. Geceyi Gemmill'in evinde geçiren Clough sabah yeni oyuncusu olmasını istediği bu İskoç'un kahvaltı tabağındaki sahanda yumurtanın üstüne 60.000£ bırakıyor. Böylece Gemmill 1970-71 sezonunda Derby'nin yeni transferi oluyor.

İlk sezonda Derby forması ile de şampiyonluk sevinci yaşayamayan Gemmill 1971-72 sezonunu ise Clough'un orta sahadaki maestrosu olarak takımıyla ve hocasıyla şampiyon tamamlıyor. 1974-75 sezonu Gemmill için yeniden İngiltere şampiyonluğu demek oluyordu. Ancak bu defa yanında Clough desteği olmadan bunu başarmıştı. 1973'te kulüpten ayrılan Clough'tan sonra Derby tarihinin ikinci ve son şampiyonluğunu alıyordu. Bir tane Clough ile bir tane de Clough olmadan.. Derby ve Gemmill yeniden şampiyonluğu yakalarken o sezonun devamında Clough Nottingham Forest'a imzayı atmıştı. 2 sezon sonra da gözüne Gemmill'i kestirdi. 7 koca sezona sığan 324 maç ve 25 golün ardından veda ediyordu Derby'ye ve Nottingham Forest ile İngiltere ve dünya tarihinin en büyük başarılarından birine imza atıp adını tarihe silinmemek üzere yazdıracak olan Brian Clough'un "eski ekibi tekrar topluyoruz" fikrinin peşinden gidiyordu.
1977-78 sezonunda Gemmill kariyerinde 3. kez lig şampiyonluğu sevinci yaşıyordu. Derby orta sahasında mükemmel bir uyum sergileyen John O'Hare & John McGovern & Archie Gemmill üçlüsü Forest adına da aynı işi başarmıştı. O'hare 1975'te, McGovern ise 1974'te Forest forması giymeye başlamıştı ama şampiyonluk 1977 yazında Gemmill'in aralarına katılmasıyla gelmişti. Bu şampiyonluğun sonrasındaki sezonda ise yani 1978-79 sezonu sonunda Forest Avrupa'nın en büyüğü oluyor, Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanan ekip Clough'u ve takımı efsane yapıyor. Ancak Gemmill için aynı durum söz konusu olamıyor. Finale kadar gelen ekipte başrolü oynayan adamlardan biri olan Gemmill finalde sahaya çıkan ilk 11'de yer almıyor. O anki hislerini şöyle özetliyor Gemmill:

"O an yıkıldım, perişan oldum. Bu finalde oynamayı hak ettiğime kendimi inandırmıştım... Mutluluk çok uzaktaydı benim için. 90 dakikanın her bir dakikasından ayrı ayrı nefret ettim ve sonrasında yaşanan şeylerden de tabii ki."

Archie Gemmill ile Brian Clough'un yolları bu noktada ayrılıyor. Birlikte 2 tane İngiltere Ligi ve 1 tane de Şampiyon Kulüpler Kupası kazanan bu ikili bir daha buluşmamak üzere futbol kariyerlerini ayırıyorlar. Daha doğrusu Gemmill ayırıyor, zira 1975'te Forest'ta göreve başlayan Clough'un son durağı oluyor Forest. Tam 1993'e kadar efsane olmanın hakkını vererek geçiriyor kariyerini efsane adam. 1978 Dünya Kupası'nda kupa tarihinin en güzel 10 golünden birini atan Gemmill'in kariyeri ise 1 sene sonraki Lig ve Avrupa başarısı ile tam anlamıyla zirve yaptıktan sonra serbest düşüşe geçiyor. Kuzey Amerika Ligi'nde bile şansını deneyen bu adam kendisine Avrupa ve Dünya Kupası şöhretini kazandıran Derby'de son yıllarını geçiriyor. Antrenör-oyuncu olarak 2 sezon forma giyiyor burada ve kariyerine son noktayı koyuyor.

İskoçlar adına en büyük efsanelerden biri olan bu adamın o ülke ve millet adına ne büyük bir isim olduğunu da Trainspotting filminde görebileceğimizi not düşelim..

"Madrid'de Ronaldo ile tanışmak için linke
tıklayın"

20.05.2010

İzmir'de Ücretsiz Yavru Kediler!

Fotoğraflarda görünen yavrular ücretsiz olarak verilecekler. Toplam 8 tane yavru var, 8 ayrı yere de verilebilir, isteyen 1-2-3 tane de alabilir. Tek şart bir heves alıp 5-10 ay bakıp sokağa terk etmemek, hayvancıkların kaderiyle oynayacaksanız hiç ilgilenmeyin lütfen. Uzun süre bakıp sahiplenecek olanlar iletişime geçsin sadece..

Anneleri ile birlikte değil yavrular ve bakıldıkları evde 1 kedi ve 1 köpekle birlikte tam 9 kedi 1 köpeklik nüfus oluşturuyorlar, böylece bakımları da zorlaşıyor..

İlgililer blogun mail adresine (violafranchi@gmail.com) mail atıp iletişime geçebilirler benimle. Ben oradan kediyi nasıl alacakları konusunda bilgilendirme yapacağım, gerekli mail ve telefonu iletirim.

18.05.2010

Mehmet Batdal ve Serdar Özkan Galatasaray'da

Mehmet Batdal'ın adı çok anıldı son 10 günde, çok bahsi geçti bir süredir ancak ben pek ihtimal vermiyordum. Buca'da kalıp en azından sezonun yarısını orada geçireceğini düşünmüştüm. Şahsen son oynadığı 4-0'lık Erciyes maçının hatrına bile kucak açarım Mehmet'e. Buca'ya Süper Lig kapısını açan adamların başında geliyor Mehmet Batdal ve böylesine bir adamı gerçekten de kariyer anlamında -şimdilik- bir zirve yaptığı, önemli bir patlama yaşadığı sezonun sonunda getirmek önemli bir iş. Arif-Necati-Ümit-Hakan dörtlüsünün olduğu 100. yıl kadrosundan bu yana "yerli forvet rotasyonu" denen şey bizde yok. Hep aksadı, hep sorun oldu o bölge. Aşağıdan şansını zorlayan Anıl Dilaver ve Cem Sultan ikilisinden biri ile birlikte Mehmet Batdal çok iyi bir alternatif olacaktır Baros'un ardında. Jo tipinde bir oyuncu lazımdı bize, hareketli, ayağına hakim, uzun boylu... Mehmet hemen hemen karşılıyor bunları, olmadık yerlerden attığı güzel golleri ile de Ümit Karan'ı andırıyor ara ara. Jo ne yaptı da öyle bir adam lazım oldu diyenleri duyar gibiyim. Jo bir şey yapamadığı için o tipte iyi bir adama ihtiyaç vardı zaten. Uzun boyu olup seri olabilen golcü her zaman iş yaptı futbolda, Mehmet de yapacaktır inanıyorum. Yabancı sınırlamamız olmasa şu takıma Henok Goitom'un gelmesi gibi bir hayal kurmuştum hep bu sezonun sonlarında, bu hayalden de yine Mehmet Batdal ismi uyandırdı beni..

Oradan oraya atlayarak karıştırmayayım bunu ve diğer isme geçeyim.

Serdar Özkan ile Beşiktaş'ta alay edip bize gelince kendisini kutsayacak değilim elbette. Kendisini yorumlarken Aydın Yılmaz üzerinden gitmek istiyorum. 4 yıl boyunca oynayıp şov yapacak diye Aydın'ı bekledik ve 2009/2010 sezonunun ortasında "pes!" dedik artık. Serdar Özkan'ın Beşiktaş'taki durumu ortada, 15-16 yaşında adı duyuldu bu oyuncunun ve yeni Sergen diye ortaya atıldı. "Yeni x" diye ortaya atılan çoğu oyuncu gibi hayal kırıklığı yarattı. Oyuncuya etiketi vurmadan kendi adıyla sahaya sürsek daha uzun sabır gösteriliyor ancak "yeni x" diye etiketlenince süre 3-4 kat kısalıyor. 3-4 sene dayanılacak genç oyuncu 1 senede şimşekleri çekebiliyor. Serdar Özkan topla iyi giden ama sonunu getiremeyen bir oyuncu. Bana göre takımda kalan bir Kewell önemli katkılar sağlar kendisine. Sahadaki kompozisyonun giriş ve gelişmesini güzel şekilde yazıp sonuç kısmını yazamayan bu adama sonun nasıl yazılacağını öğretir muhtemelen. Serdar'ın transferi Kewell'ın takımda kalıp kalmayışını da daha önemli bir hale getirdi benim için. Çok uzatmadan şunu demek istiyorum 4 sezon boyunca Aydın Yılmaz'a tahammül eden Galatasaray'ın ve Galatasaray taraftarının Serdar Özkan'a itiraz etme hakkı yoktur. Kötü transfer diyenler olabilir ki ben de şu an pek mutlu değilim bu transferden ancak aklıma Aydın Yılmaz geldikçe Serdar için tüm önyargıları atıyorum kafamdan. Bir umut besliyorum ufaktan belki doğru yerdedir diye..

Arsenal'in Değişimi

Arsenal'in son 10 yıldaki evrimi dünya çapında kabul görmüş bir şey. Ancak benim dikkatimi bir şey çekti gece vakti. UEFA finalinin tekrarını izliyorum TRT3'te.. Oyuna Kanu girdi Arsenal'de. 2000 yılında 24 yaşında olan Nwanko Kanu yani.

Levent Özçelik şöyle sölüyor: "Kanu Arsenal'deki en genç oyunculardan biri"

Yıl 2000, 24 yaşındaki oyuncu çoğu takımda olduğu gibi kadronun genç kuşağı arasında. Ancak yıl 2010 olduğunda Arsenal kadrosuna 24 yaş demek tecrübe demek, hatta abartıya kaçalım 24 yaşındaki adam darülacezeye gönderilecek duruma geliyor artık Arsenal'de. İş öyle bir hale geldi ki yaş ortalaması 20 olan bir takımda 24 yaşındaysanız "takımın abisi" etiketini taşıyorsunuz mecburen.

17.05.2010

Yıl 2010 Ama Gün 17 Mayıs

10 sene önceydi, Türkiye futbolunda ilk kez final görülüyordu. Ben daha hayatta yokken, yani 1986'da başlamış bir devrimin zirve noktasıydı o gün. 13 yaşında bir çocuktum, yine ilk günkü gibi aklımda çoğu şey. Ancak bu yaşlarda(20-25) o günkü duyguları yaşamayı çok isterdim. Bir daha görür müyüz bilmiyorum ama 10 sene sonra arkamıza baktığımızda her sene tekrarladığımız şeyi tekrarlıyoruz: Kıymetini bilemedik bu kupanın. Manevi açıdan kıymetlidir evet ama günümüz futbolunda maneviyat değil maddiyat ön planda. Maddi açıdan büyük bir kayıptır bu kupanın sonrasındaki dönem.

Uzunca bir değerlendirmeye girmeyelim, her 17 Mayıs günü gözler yine TRT3'te Hagi'nin gördüğü kırmızı kartta, Arif'in ofsayt sanıp rastgele kaleye vurduğu topta, karşı karşıya pozisyonda direkten dönen topumuzda, uzatmalarda "Taffarel Taffarel Taffarel!!!" haykırışını getiren pozisyonda... Ve son olarak Popescu'nun son penaltıyı atıp kollarını açıp uçmasında olacak...

Unutmadık, unutturmuyoruz ama derin bir ah çekmeden de edemiyoruz. Türk futbolunun yıllardır dilediği, istediği, çok beklediği bu devrimin ardından yeteri kadar ekmeğini yiyemedi ülkemiz ve takımımız. Bugün ülkedeki futbol yeni bir devrimin eşiğinde, 5. şampiyon çıktı, umarım bunun değerini biliriz...

Bu değişim havasını ülke sınırlarında tutmamak lazım.. Valencia gibi bir deve önemli bir bonservisle 24 yaşındaki hem kulüp hem de milli takım düzeyinde bir ilk 11 oyuncusunu yolladıysak, taraflı tarafsız herkesin merakla beklediği 5. şampiyona kavuşmuşken birbirimizi yemeden bunları değerlendirmeyi bilelim.. Avrupa'nın gözü Bursaspor sayesinde bizim üzerimizde olacak, kaçmasın tren bu kez..

16.05.2010

Şampiyon Bursaspor: Tebrikler Timsah!

Türk futbolunda bir devrim için 5. şampiyonu bekledik yıllardır. O gün bu gün mü yoksa 5. şampiyon demek devrim demek değil mi bunu birlikte göreceğiz. Önümüzdeki 2-3 sezon ciddi anlamda ışık tutacak bu sorulara.

Tabii bugün bunları bir kenara atıyoruz, detaya girme değil Türkiye'nin tarihinin 5. şampiyonunu alkışlama günü bugün.

Tebrikler Bursaspor!

15.05.2010

Kupa Öncesi Şokları #2: Maradona


Sanırım Maradona'nın tercihleri kupanın en çok konuşulan tercihleri olacak. Özellikle de Arjantin son 8'i göremezse çok büyük tartışma döner. Maradona'yı en az bir çeyrek final kurtarır ki öncesinde de tüm izleyenlerin takıma hayran kaldığı en az 1 tane maç oynatmalı. Kör topal çeyrek final görmüş bir Arjantin de tatmin etmeyecektir kimseyi.

Ben çocuktum, Arjantin'de sabit bir kaleci yoktu kaleyi koruyan. Ben büyüdüm 23 yaşındayım, o kaleci hala yok. O yüzden Carizzo'nun alınmamış olmasına pek bir itirazım yok benim. Romero ve Andujar arasında gidip gelecek, Pozo da kulübede kupayı seyredecek diye bir tahminde bulunmak istiyorum ama Pozo tüm kupayı 11'de oynasa ben yine şaşırmam. Zaten esas mevzu kalede değil diğer bölgelerde. Öncelikle savunmadaki tercihe değinelim zira benim pek itirazım yok yine; şu var ki Zanetti'nin olmaması benim "şok" kavramıma denk bir şey değil. Zanetti niye yok diye sorgulayacak adam Ansaldi gibi genç bir yeteneğin de neden olmadığını sorgulasın. Javier Zanetti takımda olsa bile doğrudan 11'de olamazdı gibi geliyor bana. O yüzden 35 yaşındaki bir yedektense daha verimli olabileceği düşünülen bir yedek alınmıştır, normaldir bu. Savunmada sezonun büyük bölümünü sakat geçirse de Gabriel Milito'nun da neden olmadığını sorgulamak lazım. Arjantin dünya çapında stoperler üreten bir ülke değil, eldekinin kıymetini iyi bilmeliydi Maradona.

Esas olayın döndüğü yer ise kuşkusuz orta saha. Esteban Cambiasso her ne kadar beğenmediğim bir isim olsa da acıyorum kupaya gidemeyecek olmasına. Böyle bir isim "şampiyonluk" gibi ciddi bir hedefi olan ülke için vazgeçilmez olmalıydı. Maradona'nın neden hemen vazgeçtiğini çok merak ediyorum. Arjantin'de Messi ve Mascherano ile birlikte listeden sileceğim son isimdir Cambiasso. Üstelik Veron ve Mascherano gibi iki yıldızla inanılmaz bir üçlü oluşturup orta sahada tarih yazacaklarını düşünüyordum ben. Mascherano ve Cambiasso, onların önünde de Veron isimli cambaz. Kanatların ve merkez forvetin işi zor olmasa gerek böyle bir üçlü kendilerini desteklerken. Ancak bunun olup olamayacağını göremeyeceğiz Maradona yüzünden. Hagi nasıl ki futbolcuyken efsane, teknik adamken "olmasa da olur" kıvamındaydı bizler için, Maradona da yavaş yavaş o hale gelecek gibi bu gidişle. Ancak suç kendisinin değil onlarca kaliteli teknik adamın içinden tecrübe ve başarı apoletlerine sahip olmayan Maradona'yı başa getiren federasyonda. Ve bunu doğaüstü bir olay gibi görüp çılgıncasına destekleyen Arjantin halkını da es geçmemek gerek, onlar da suçlular.
Cambiasso üzerinden gittik ancak bu sene Benfica'yı Portekiz'in kralı yapan Aimar'ı unutmamak lazım. İspanya'daki dalgalı kariyerden sonra Portekiz'de fena geçirmediği 2008/2009'un ardından bu sezon vites büyüttü ve adım adım zirveye giden takımın önemli bir parçası oldu. Aimar en azından kupa öncesi denenecek 30'un arasında olmalıydı. İki maçta denenir ve milli takıma uymadığı için yollanırdı, daha adil olurdu, daha az tartışma gerektirirdi bu. Banega da aynı şekilde gitti geldi derken Valencia 11'inde kağıda ilk yazılan isimlerden biri olmayı başardı. Bu seneki performansı ile Perez ve Laporta'ya "başkanım beni al" mesajı gönderdi desek yeridir. Ben Banega'nın Cambiasso-Mascherano ikilisi ile rotasyona girer diye beklerden bu üç isimden ikisi kupada yok. Banega'da Cambiasso'da da olduğuna inandığım bir problem var kadro konusunda, Maradona'nın kişisel bir sorunu olduğunu sanıyorum bu ikisiyle, başka türlü açıklayamam. Aimar için istikrara güvenemedi derim ama şu iki isim için bir açıklama bulmak gerçekten imkansız.

Aimar, Cambiasso ve Banega yokken Lucho Gonzales'in orada olmasına isyan ederdim, iyi ki de olmamış. İyi bir sezon geçirse de Lucho'nun olmaması şu diğer isimlere bakıldığı zaman hiç mi hiç sürpriz değil doğrusu.. Ama Gago'ya da isyan ederim. Banega-Gago gibi geleceğin değişmez ikilisi olacak isimler var ve bunların bir tanesi orada olmalıydı. Banega seçilse derdim ki benzer tipteler diye Gago'yu almadı. Gago seçilse aynı şekilde diğerinin olmamasını yadırgamazdım. İkisi birden olmayınca insan garip karşılıyor.. Forvette ise kim gitse yazık olacaktı, Lyon'da "şampiyon" unvanı alamayan Lisandro Lopez'e vurdu piyango ki seçilen isimlerden birinin daha eve dönmesi muhtemel duruyor.

İkinci yazıya Hollanda'yı dahil edecektim ama iyice uzayacak, tadında bırakıp diğer takımlar için yeni sayfalar açalım..

Ha bu arada, "Maradona sırf Messi kupayı alıp da kendisi gibi efsane olmasın diye böyle tercihler yaptı" diye düşünenler salaktır. Futbol böyle bir şey değil, efsane olacak adam Maradona'nın veya başkasının tercihlerine bakmaz, her türlü olur.. Ki Messi zaten Maradona olmuştur benim gözümde..

13.05.2010

Emre Çolak'tan Yeni Sözleşme

Mehmet Topal'ın vedası ile ilgili haberlerin arasında Emre Çolak'ın yeni sözleşme haberi geldi öğleden sonra. Emre 31 Mayıs 2014'te bitecek yeni bir sözleşmeye imza atmış. Emre'nin geleceği açısından sevindirdi beni. Uzun vadeli sözleşme her gencin başına gelen bir şey değil sonuçta. Önümüzdeki sezon bu sezona oranla daha aktif bir Emre Çolak göreceğimizden emindik ki bu sözleşme daha da garantiye aldı durumu.

Arda yaz aylarında gider mi bilmiyorum ama şahsi fikrim kendisine veda etmemiz ve Emre'yi yerine koymamızdır. Arda gitmeyecekse de Arda'nın yerine ilk alternatif yine Emre olmalı. Arda çıkarken yerine Barış'ın veya Ayhan'ın girdiğini görmek istemiyorum ben artık, Emre sadece antrenman yaparak güçlenmeyecek, gerçek anlamda mücadeleyi de tatması lazım ki gelişimi daha da hızlansın..

12.05.2010

Başarılar Mehmet Topal!

Valencia istedi, o da istedi, kulüplerin anlaşması çok sürmedi haliyle. Olaya iki açıdan bakınca tamamen zıt duygular çıkıyor ortaya benim için. Türk futbolunu ve Mehmet Topal'ı düşününce son derece olumlu bir durum bu. Belirli bir fiyattan genç oyuncu satamıyorduk dışarıya, çok iyi bir adım olacak ilerisi için.

Valencia gibi son yıllarda ekonomik anlamda sıkıntıları olan bir kulüp bir adama 6 Milyon € civarı para veriyorsa doğrudan oynatmak için alıyordur bu gayet açık ve net. Tabii ilk 11 oyuncusu olarak aldı diye Mehmet'i sezon boyu ilk 11'de oynayacak diye görmemek gerek. Buradan çıkacak olan anlam Mehmet'in 11'de kalıcı olmak adına çok fazla şans bulacağı. Öyle kolay vazgeçmeyecektir Valencia. Orta saha düzeninde Baraja-Vicente-Angulo üçlüsünden beri şöyle sıra dışı bir düzen yakalayamadı Valencia. İki sezondur Silva'nın önderliğinde toparlanan orta saha bu sezon Banega'nın da iyice oturmasıyla düzene giriyordu. Bence zincirin eksik halkası Mehmet Topal tarzı bir adamdı, onu da tamamlamış oldular. Mehmet Topal bu sene Rijkaard'ın kullandığı gibi tamamen defansif bir isim olmazsa, eskisi gibi ileri çıkışına daha çok izin verilirse Valencia'ya ilaç gibi gelecektir. Bunu Banega yapıyor gibi gözükse de Topal ile birlikte dönüşümlü olarak bu işe giriştikleri zaman orta sahada iki oyuncunun da yükü hafifleyecektir.

Tabii burada şunu da düşünmek lazım, Banega ile yollar ayrılırsa ne olur. Mehmet bu defa tamamen box-to-box dediğimiz oyuncu gibi kullanılabilir, Gerets'in oynattığı gibi ileri sık çıkan bir oyuncu olur yani. Aslında istenen özlenen Mehmet Topal bu sezon Dinamo Bükreş maçında sahadaydı ama rakibin kolay teslim olmasının etkisi vardı bunda. Eğer oradaki performans 8-10 maça yayılsaydı Mehmet Topal çift haneli bonservisle(euro) giderdi bugün. Valencia belli ki bu sene tepedekilerle makasın açılmasından bir hayli huzursuz, yoksa daha sezon resmen bitmeden önümüzdeki sezon için bu denli ciddi hamleler yapmazlar. 3. sırada onlar da yalnız kaldılar diğerleri ile büyük fark açıp ancak onların ihtiyacı olan düzenli olarak 3. sırayı alıp Şampiyonlar Ligi oynamaktan ziyade ligde de tepeye oynamak. Kısa vadede yani tek sezonda zor gözükse de Mehmet Topal gibi ileriye dönük hamlelerle 2-3 sezon içerisinde makası kapatma şansları mevcut. Şampiyonlar Ligi demişken Mehmet'in de beklenen patlamayı yapması aynı zamanda kulüpler düzeyinde dünyanın en çok izlenen yerinde milyarlarca insana kendini kanıtlaması demek, inanılmaz bir fırsat geçmiş oldu eline.

Tabii işin diğer tarafına bakıyorum bir de, en başta belirttiğim gibi. Galatasaray cephesinden olaya bakınca çok üzüldüğümü söylemeliyim. Böyle bir oyuncudan çok daha uzun süre yararlanmalıydık. Valencia kısmında bahsederken söylemiştim, bu sene eskisi gibi hücuma katılan bir Mehmet yoktu sahada, bu yüzden defansif anlamda kendisinden çok kısıtlı şekilde yararlandık. Eskisi gibi uzun paslar atan, ileriye doğru seri şekilde giden bir adam yoktu sahada, bu kendi tercihi değil sistemin getirdiği bir zorunluluktu. Böyle olunca da yerine gelecek adamın kendisi gibi hücum vasıflarını da gerektiği zaman yerine getiren bir adam olmaktan ziyade, savunmanın önünde güçlü bir oyuncu olması gerekmekte. Aslında o işleri kendisi gayet iyi başaran bir oyuncu olsa da bu sezon çok fazla dengesizlik yaşandı o bölgede. Noat Samisa'nın enfes yazısı bunu gayet güzel bir şekilde anlatıyor.

Bizim için yeni oyuncu şart oldu Topal'ın gidişi ile ki burada şunu asla unutmamak gerek: Elano'nun olası bir transferi orta saha hakkındaki tüm bildiklerimizi baştan yazdırır bize. Elano'nun durumu netleşmeden, yani Dünya Kupası geçip gitmeden bu bölgenin transferini sonuçlandırmamak gerekir bence. Diğer bölgelere gerekli takviyeleri yapıp bu bölge için bir süre beklemede kalmamız gerek. Yönetim Elano'ya göre transfer yapıp erkenden risk almaz diyesim geliyor ama sezon başı şov yapıp sezon ortasında kritik anlarda kritik hatalar yapan insanlara bu kez güvenemiyorum nedense..

Konu yönetim yazısına kaymadan son noktayı koyayım.

Bir kaç numara büyük kramponunun ucuna gazete kağıdı doldurup azimle ve savaşarak önce Malatya'dan dönemin futbolcu fabrikası Çanakkale'ye oradan da Galatasaray'a gelip ülke çapında zirve yapmak ve 4 sene sonra La Liga'nın en büyük ekiplerinden birine gitmek. Yolun açık olsun Mehmet Topal!

Kupa Öncesi Şokları #1: Lippi & Dunga

2 gündür yerkürenin dört bir yanında milli takım kadroları açıklanıyor ve skandal üstüne skandal patlak veriyor. Maradona, Dunga ve Van Basten gibi kendi dönemlerinde dünyanın en iyi oyuncuları arasında olan bu isimlerden milli takım düzeyinde üst düzey başarı yakalayan yok. Hatta kulüp düzeyinde de yok diyebiliriz. Bu efsane isimlerin tarihe geçecek, yıllar boyu konuşulacak kararlar alarak ne amaçladıklarını merak ediyorum. Bunların yanında oyunculuk kariyerinde olmasa da teknik adamlık kariyerinde dünya tarihine geçen Lippi de aynı şekilde ilginç kararlara imza atıyor. Maradona, Dunga ve Van Basten tecrübesiz desek Lippi'ye ne oluyor, o da mı tecrübesiz?

Brezilya için kadronun defansif ağırlıklı olduğunu, haliyle de güzel oyunu değil sadece maç kazanmayı istediklerini söylemek zor olmaz. Tabii bunu düşünüp defansif kadroyu insanlara sunarken Pato ve Diego gibi iki genç yıldızı hücum gücü olarak kadroya almazsanız kafalarda soru işareti oluşur. Ronaldinho ve Adriano'yu anlarım az çok, sorunlu yıldız her zaman dert olur milli takımlar adına. Adriano'yu Brezilya'da yakından takip ediyor Dunga, hepimizin kabulleneceği çok haklı gerekçeleri vardır belki. Ancak Ronaldinho konusu biraz şüpheli bende, İtalya'da skandala karışan bir isim değil, yaşantısıyla gündeme gelen bir isim değil. Sadece "bitti, tükendi" diye konuşulan bir isimdi ki çoğu maçta -bir tanesi de bize karşı olmak üzere- "Ben buradayım!" dedi adam.. Ancak dedim ya, Ronaldinho özel yaşamı ile olmasa da takım içerisinde sorun yapabilecek bir isim, belki budur tek seçilmeme sebebi. "Kaprisli yıldız" damgasını yedikten sonra zordur bir oyuncunun işi..

Arjantin için ayrı bir yazı yazacağım için pek değinmiyorum, ikinci parçaya bırakalım onu.
İtalya'da bir Fiorentinalı olarak ilk dikkat çekeceğim isim elbette ki Alessandro Gamberini. Elemeler boyunca takımda her şans buluşunda üst düzey bir oyun oynadı. Şunu kabul edelim ki milli takımda 7 kere oynamış bir oyuncu diğer yıldızların yanında "şok" diye nitelendirilemez. Ancak bunu da diğerleri gibi önemli bir şok boyutuna taşıyan olay şu: Nesta'nın olmaması. Nesta'nın seçilmeyeceği uzunca bir süredir biliniyordu. Koca bir sezonun önemli kısmını oynamadan geçirmiş ve forma giyince eskiyi mumla aratmış bir adamı Lippi tercih edemezdi değil mi?

Nesta'nın olmayacağı ortamda ilk 11'de Cannavaro'nun yanında 3 aday kalıyor. Bochetti, Barzagli, Gamberini. Bu 3 önemli tercihten Barzagli kötü bir sezon geçirdi, kadroda olmayacağını 5-6 aydır tahmin ediyordum, sürpriz olmadı. Ancak Gamberini özellikle de bu sezonki formuyla kupaya gitmeyi hak eden bir isimdi. Sezon içerisinde(Bayern maçları sırasında) omzundan sakatlandı ve mayıs ayı ortasında sahalara dönecek diye konuşuldu. Bu demekti ki kupayı kaçıracaktı. Ancak kendisi nisan ayı ortasında takıma katıldı, 1 aydır düzenli olarak 90 dakika oynamama sebebi sakatlığın etkilerinden ziyade takımım her kulvarda havlu atmasıydı. Zaten erkenden dönüşüyle birlikte Gamberini hakkındaki ilk haberler Dünya Kupası'na gidiyor oluşu ile ilgiliydi. Ancak Nesta ve Barzagli'nin seçilmeyeceğinin çok önceden belli olduğu bir ortamda kendisi Bochetti ile birlikte ilk 11'deki 2. stoper olarak en ciddi adaydı. Kadroda olmayacak en formda yıllarını geçirdiği dönemde, bir daha bir turnuva oynaması zor mu değil mi onu önümüzdeki 2 sezon belirleyecek. Umarım Euro 2012'de kendisini izlemiş oluruz.

İtalya'nın çok konuşulan esas adamları Totti ve Del Piero için de ben şahsen büyük hayal kırıklığı yaşamadığımı belirtmeliyim. Tabii şu var, bu iki yıldızı maç başına 10-15 dakika da olsa son kez Dünya Kupası'nda izleyemeyecek olmak bir futbolsever için, özellikle de İtalya hayranı bir futbolsever için fazlasıyla üzücü.

Del Piero ile başlayalım önce.. Kendisinin seçilmemesi büyük sürpriz olarak görülüyor ancak bu kadar tepki gelmesine ve bu kadar şaşırılmasına anlam veremedim. Nedeni ise çok basit: Euro 2008. Son iki sezonu yaşı da göz önüne alınınca muhteşem bir performansla götürüyor Del Piero, gerçek anlamda bir efsaneye yakışan bir şekilde yani.. Bu performans kendisini son kez gök mavili forma ile uluslararası düzeyde mücadele ettirebilir miydi? Zor ama belki.. Çünkü diyelim ve devam edelim: Euro 2008 öncesi günümüzden 2 yaş daha gençti ve bugünkünden çok daha formdaydı. Ancak son güne kadar Lippi sürekli onun olmayacağını ima etti. Lippi yer yok dedikçe Del Piero için tüm medya yüklendi, İtalyan spor basını her fırsatta Del Piero'nun yanında olup kendisinin kupada mutlaka olması gerektiğini yazdı çizdi. Baskılarla birlikte bir anda ülkenin ana konusu haline geldi Del Piero ve Euro 2008 öncesi aday kadroya alındı. Daha sonra hazırlık maçları geçti gitti ve ana kadroya yani turnuva kadrosuna da kaldı. Böyle sancılı ve ite kaka gidilmiş bir Euro 2008 macerası dururken ne kadar iyi olursa olsun, ne kadar formda olursa olsun 2 yaş daha yaşlanmış bir Del Piero için Güney Afrika 2010 mucizevi bir şey olacaktı; öyle de oldu, gidemeyecek Afrika'ya.

Totti için ise işler sanırım son 1 ayda terse gitmeye başladı. Sezon boyu Roma'yı sürükleyen kaptan önce Lazio maçındaki hareketi ile şimşekleri bir bir üzerine çekti. Devamında ise çatlak sesler gitgide antipatiye dönüşmeye başlamışken Balotelli olayı patlak verdi. Attığı o tekmeyle Lazio maçına rağmen Lippi'nin kafasında Totti ismi yazıyorsa bile o ismi oradan tamamen sildi muhtemelen. Ben Lazio ve Balotelli olaylarından 1 tanesi bile olmasaydı 30 kişilik aday kadroda yer alabileceğini düşünüyorum. Roma'yı Inter karşısında ayakta tutan, takımı şampiyonluğa koşturan ve bunu son haftaya kadar götüren adamın orada olması lazımdı ancak kendi kendini yaktı böylesine büyük bir isim..

Balotelli konusu var bir de Totti'yi yazarken aklıma gelen. O da muhtemelen dengesiz bir oyuncu olduğu için uzak kaldı. Siyahi bir isim olduğu için alınmaması gibi dünya dışı, tamamen terbiyesizce ve ahlaksızca bir sebep yoktur umarım. Son 3-4 ayda yaşananlar ve karakteri konusunda yaşanan ciddi tartışmalardır bence kendisini milli formadan uzak tutan. Yoksa en azından 30 kişilik kadroda şans bulabilirdi o da; ki o tartışmalar olsa bile böyle potansiyeli olan sıra dışı bir futbolcu kupa kadrosu için denenmeliydi..

11.05.2010

Bundan İyisi Yok! : MFÖ

Bu gece(10 Mayıs) kampüste MFÖ vardı, iyi ki de buradaydılar! Hayatımda izlediğim en iyi konserdi bu.

Bilinçli olarak, yani hatırladıklarımı sayarsak, 6-7 yaşımdan beri konsere giderim.. Üniversiteye başlayınca çok daha sıklaştı izlediğim konser sayısı.. Hemen hemen severek dinlediğim her grubu canlı canlı dinledim, çok sevdiğim gruplar arasından sadece 110 ve Portecho'yu izlemedim henüz canlı olarak..

İzlediğim onlarca konser arasından hiç düşünmeden ilk sıraya yazacağım konser oldu bu..

Prodigy, Tool ve RHCP konseri izleyemedim henüz -zaten RHCP ülkemize gelmedi hiç-. Geçerse bu üçünden biri geçebilir bu konseri.. Geçer demiyorum bakın, geçebilir belki.. O derece iddialıyım..

Şenlik programında 21.00'da gözüküyordu konser ama genelde 40-45 dakika sarkıyor konserin başlangıcı..

Bu da öyle oldu, 21.50'de sahneye çıktılar, hiç ara vermeden sahneyi terk ettiler ve saatler bu sırada 00.20'yi gösteriyordu.. Tam 2.5 saat hiç durmadan çaldılar, kendileri 1 coştuysa seyirciyi 10 coşturdular.. Seyirci coştukça onlar daha çok çalmak istediler..

Mazhar Alanson, Fuat Güner, Özkan Uğur üçlüsü benim gözümde müzikal anlamda zaten bu ülkenin başına gelmiş en iyi 2-3 topluluktan biriydi, efsane olarak da en üst sıradalardı. Diğerleri ile olan farkı fazlasıyla açtılar..

Daha önce kendilerini izlememiştim hiç canlı olarak.. Kendi okulumda kendi fakültemin dibinde 2.5 saat hiç durmadan izlemek gibi bir şansım oldu, çok mutluyum, çok ballıyım, çok şanslıyım..

Keşke bir surpriz olsa, seneye de yine gelseler şenlikler için.. Ne güzel olur, ne enfes olurdu..

Okulda aynı yerde Teoman da konser verdi 7 Mayıs günü, o konserde 15-20.000 kişi vardı kampüste, iğne atılsa yere düşmüyordu belki ama gelen izleyicinin yarıdan çoğu "apaçi" diye nitelendirdiğimiz kesimdendi, "içip içip kız keselim sapıklık yapalım" derdindelerdi, konserde kız tavlayıp götürme amacındaydılar.. Rezil bir ortam vardı yani Teoman konserinin olduğu gün..

MFÖ konserinde de bu tipler illa ki vardı ama Teoman konserindeki izleyicinin %55-60'ı böyleyken MFÖ konserinde %5-10'da kaldı bu oran.. O da her konserde olur, hele ki ücretsizse.. Yani diyeceğim şu ki, izleyici de tamamen müzik için oradaydı, sapığı, apaçisi, ayyaşı yok denecek kadar azdı.. Böyle bir ortam olunca hem çalan hem dinleyen inanılmaz eğlendi..

Adamların calarken cok buyuk keyif aldıgı her hallerinden belliydi..

Unutulmaz bir gündü şahsım adına, MFÖ'ye ve birlikte cladıkları arkadaslarına teker teker tesekkur ediyorum, muhtesemdiniz..

9.05.2010

Balıkesirspor 2. Lig'de !

13 yıl sonra tekrar 2. Lig'e yükseldi Balıkesirspor. Bu 13 yıl çok sancılı geçti. 1996 yılında 1. Lig'e, yani şimdiki TSL'ye yükselme grubunda oynayan takım tepetaklak yuvarlandı. En dibe vurduk ve şimdi sindire sindire çıkıyoruz tekrar.


Ekleme(franchi): os'un sevincine ek olarak, kendisi belki hafif homurdanacak ama şunu da belirtmek gerek ki Bandırmaspor da aynı grupta liderliği alarak yükseldi.

Her ne kadar iki ekip düşman gibi dursa da bir ilin en büyük iki futbol takımının da bulunduğu ligden bir üste atlayıp şampiyonluk ve yükselme sevinci yaşaması yerel futbol adına çok büyük bir itici güçtür. Balıkesir genelde liglerde bir çok futbolcusu bulunan şehirlerden biri, bu sayı daha da artacaktır iki takım 2. Lig'de de başarılı olurlarsa. Ki ben bu gazla ikisinin de liderlik mücadelesi olmasa da yükselme grubuna katılma mücadelesi vereceğini düşünüyorum, öyle olmasını umuyorum.

Yerel futbol böyle güçlenecek, yerel futbol bu şekilde kendini bulacak.. Tebrikler Bandırma, Tebrikler Balıkesir!

Muğla'da il genelinde en başarılı iki takım Muğlaspor ve Marmarisspor'du. Marmaris'te futbol adına bir başarı yakalanmayalı çok oldu. Bu konuda yazılacak çok şey var, buraya bulaşmasın..

Mutlu Yıllar Os!

Dün Demir(demiycem) doğmuştu, bugün sıra Oğuz(os)'da.. Demir'e yaptığım gibi lanet okumuyorum Oğuz'a ve gayet içten bir şekilde iyi ki doğdun kocaman adam diyorum..

8.05.2010

Antalya Maçı ve Emre Çolak

Ligin son maçında, kendi sahamızda birazcık iyi bir oyun umudumuz vardı. Boşa umutlanmışız, bizim bitirmediğimiz sezonu oyuncular çoktan bitirmiş, Rijkaard bitirmiş, tribün bitirmiş. Son maçta takımı her şeye rağmen alkışlamak varken kahrolup, üzülüp de sezonu noktalamak olmamalıydı.

Maçın ilk yarısı hakkındaki bilgim özetlerle sınırlı. 19.00-20.00 arası halı saha maçım olduğu için ikinci yarıya yetişebildim. İzlemesem de bir kaybım olmayacakmış onu anladım. Boşuna o yorgunlukla 45 dakika sandalyede oturup maç izlemeyle uğraştım. Gördüğüm kadarıyla ilk yarıda bir kaç tane kolay gol pozisyonu olmuş. İkinci yarıda ise beni yerimden hoplatacak gol geliyor dedirtecek en ufak olay yoktu. Bitmiş sezonun bitmiş maçını konuşmak istemiyorum ben, kusura bakmayın. Futbolcular son 2 maçı zihinsel anlamda çoktan oynamışlar, onlar fiziksel olarak da sahada olsaydı biz de güzel şeyler yazardık belki. Antalyaspor hakkında bir kelam edip Emre Çolak'a geçeceğim.

Antalyaspor gibi ligin açık ara en itici oyuncularını barındıran takım için "futbol" içerikli konuşmak istemiyorum. Ömer Çatkıç gibi bir ismin formasını giydiği takım hakkında yazacak çok bir şeyim olamaz. Futbol adam gibi adamlarla güzel, çirkefliğin alemi yok. Camia olarak Antalyaspor'u severim ancak son 2 senede öyle bir kadro kurdular ki akıllara zarar.
Emre Çolak bu takımda bu maçta 90 dakika oynamıyorsa ben itiraz ederim, çıldırırım arkadaş. Mustafa Sarp kenardayken tabela kalktığında kenara gelen ismin Emre Çolak olduğunu görmek ufak çaplı bir şok yaşattı. Barış Özbek sahada amaçsızca dolaşırken, kendi arkadaşının başka bir arkadaşına attığı ara pası kesip topla 10 metre koşup geri dönerken, bir tane bile isabetli pas atamazken izleyen herkesin umutla baktığı Emre Çolak kenara alınamaz. Alınmamalı, alınmasa daha iyi olur demiyorum bakın, alınamaz. Böyle bir dünya yok, böyle bir ülke yok, böyle bir futbol yok. Barış denen cisim sahadayken Emre kenara gelemez arkadaş. Gelmeyecek. Getirilmeyecek. Sivas maçından sonra cezası biter bitmez şıp diye ilk 11'e konuyor Barış Özbek, oysa ki o cezadan sonra sözleşme Ali Sami Yen'in orta yerinde yırtılmalıydı yönetim tarafından. Ben son 2 maçta Emre Çolak'ı izlemek istiyordum, milyonlarca taraftar da bunu bekliyor. Sezonun noktalandığı, amacın kalmadığı 2 haftada Barış'ı Emre Çolak'a tercih etmek ayıptır.

Şöyle bir bakıyorum sahaya, Emre Çolak şu takımın yapmak istediğini yani "total futbol" denen sistemi en iyi anlayan adam. Pasını veriyor, boşluğa gidiyor, olumlu iş yapabileceği bir alana gidiyor. İşte kendisi için Arda'ya oranla çok daha büyük ümit beslememin sebebi de bu. Arda bunları düzenli olarak yapamıyor, 3-5 maçta yapıyor bir senede. İyi hatta çok iyi bir oyuncu ama Emre ile kıyaslarsak oyun zekası anlamında geri kalıyor. Arda bu sene satılır mı bilmiyorum ancak satılmasını fazlasıyla destekliyorum, istiyorum. İstiyorum ki Emre Çolak'a fırsat doğsun. Bu sene 10 dakika oynarken seneye 60-70 dakika oynasın. Bu yaz biraz güçlenebilirse Arda'nın yıllar evvel yaptığı çıkışın daha iyisini yapabilecek düzeyde kendisi.

Hiç olmazsa son maçta 90 dakika Emre'yi izleyelim. Bir şeyleri kaybedeceğiz bu sene sonu o belli oldu, en azından Emre'mizi kazanalım, olmaz mı?

Mutlu Yıllar "Demiycem" !

Blogun "yetenekli ama çalışmıyor" etiketli yazarı Demir(demiycem) gün itibariyle 22. yaşına girdi. 21. yaşını bugün(8 mayıs) doldurup veda etti ve "A2 takımdan çıkıp tam olarak parlayamamış futbolcu yaşı" olan 22'ye merhaba dedi kendi deyimiyle..

Burada doğum gününü sevinerek kutluyor gibi olsam da bir takım iletişim organları üzerinden kin dolu mesajlar attığımı, lanet okuduğumu da belirtmeliyim..

6.05.2010

Kimsin Sen?

Bakalım bu adamı tanıyan/hatırlayan var mı...

~

8 tane cevap geldi 1 saat 45 dakika içinde. Doğru cevap sayısının 2 saatte olsa olsa 3-4 tane olacağını düşünmüştüm ancak Pierre Esser veya Türkiye'ye geldikten sonra öğrenilen adıyla Cengiz Dülgeroğlu çoğu kişinin hafızasındaki yerini koruyor anlaşılan.

"Kötü" sıfatının çok daha ötesinde bir kaleciydi kendisi. Değil 1. kaleci, 3. kaleci bile olması sürprizdi. Hatırlamayanlar için şunu ekleyelim; Galatasaray formasını sadece 1 resmi maçta giydi ve o maçta da Galatasaray dönemin vasat ekiplerinden Vanspor ile 1-1 berabere kaldı(1996/1997 sezonu). Müthiş bir galibiyet serisi yakalamıştık o dönem ancak Pierre efendi sekteye uğratmıştı bunu. Son anlarda eski Galatasaraylı oyuncu Yusuf Tepekule'den gelen gole engel olamadı. Bu sezon Leo Franco'nun yediği o insanı çıldırtan gollerin daha kötüsüydü bile diyebiliriz yediği gol için.

Akşam vakti nerden aklıma geldi bilmiyorum ama Volkan Kilimci ve Leo Franco ile birlikte Galatasaray'da gördüğüm en kötü 3 kaleciden biri olduğunu çok rahat söyleyebilirim.

5.05.2010

Kupa 2010: Trabzonspor 3-1 Fenerbahçe

Öncelikle çok tartışılan saat konusu ile başlayayım. Öğle vakti koltuğa gömülüp gündüz gözüyle böyle bir final izlemeyi çok özlemişim. Yine doğuda Diyarbakır'daki bir finalde olmuştu benzeri. Galatasaray'ın Antalya'yı yendiği finaldi. Gündüz oynanan kupa finallerini her zaman severim işin kısası. Gayet memnunum ben bu olaydan.. Umarım ufak çaplı bir gelenek kazanırız da oynanan stada bakılmaksızın gündüz oynanır finaller. GAP Arena'nın da Türk futboluna bu şekilde merhaba demesi güzel oldu, şehir için, taraftar için güzel bir gelişme bu. Yıllardır bir stadın bitişini bekliyorsunuz ve stadın açıldığı sezonun sonunda kupa finali burada oynanıyor. Umarım itici güç olur bu bölge futbolunun daha ileriye taşınması adına.

Maça gelecek olursak sakat olan Lugano'nun olması Fenerbahçe'yi bitiren en büyük etken oldu muhtemelen. Engin'in golünde sağlıklı bir Lugano o kadar kolay sersemleyip geçit vermezdi. Kasımpaşa maçında takımı ipten alan Bekir'e bir şans verilmeliydi bence. Bunun dışında da Daum'un kadrosunu ve oyun planını artık taraflı tarafsız hepimiz ezberledik, üzerine uzun uzun konuşma fırsatı tanımıyor Daum. Güiza'nın olacağı, Semih'in ne olursa olsun girmeyeceği, Gökhan'ın yine kulübedeki ilk tercih olacağı "iki kere iki eşittir dört" kadar kesin bir şey. Fenerbahçe bugün kupayı kazanacak bir oyun oynamadı, ligde 8 haftadır son derece başarılı şekilde oynadığı "yemeyelim, nasıl olsa denk gelir atarız" taktiği ile oynadı. Bu şekilde final oynarsan 27 yıllık hasrete 1 yıl daha eklemek sürpriz olmaz.
Trabzonspor ise en uygun kadroyla çıktı sanırım. Alanzinho çok top yapıp genelini boş kullansa da kapanmayı düşünen Fenerbahçe'ye karşı ilk yarının 15-45 arasını tek kale oynadılar resmen. Maçın başında 4-5 dakika boyunca Fenerbahçe baskılı olacak izlenimi verse de 8 haftadır yer eden psikoloji takımı geri çekti kısa sürede. Fenerbahçe istediği taktiği başarıyla uyguladı gibi gözüktü ama bir fark vardı: Umut Bulut. Bu adam birazcık becerikli olabilse, birazcık kendine hakim olup hırsının kurbanı olmasa ilk yarıda maç çoktan kopacaktı. Fenerbahçe'nin gol yememe taktiği 8 haftadır başarılıydı ancak bugün bunda Umut'un payı büyüktü ilk bölümde. Belki de ilk kez bir dış etken bu kadar etkiliydi gol yememelerinde.

Fenerbahçe 1-0'ı bulduğunda farkı 2-3'e taşırlar demiştim. Açık konuşayım ümidim yoktu Trabzon'un maçı çevireceğinden. Belki de duran toptan gelen gol olmasa Trabzon gerçekten çok bocalayacaktı çünkü 1-0'dan 1-1 olana kadarki kısa sürede çok açık verdiler Fenerbahçe maçtaki en rahat oyununu oynadı. Duran toptan gelen gol hem Umut Bulut'un ilk yarıdaki kötü son vuruşlarını unutturdu. 1-1 olduktan sonra oyun normal seyrine döndü. Fenerbahçe gollerden önceki oyununa göre daha agresif oynadığı için açıklar verdi ve maç boyu Aydın Yılmaz'ın kopyası diye eleştirdiğim Engin Baytar soldan deyim yerindeyse "yardırıp" golü attı. Lugano'nun sakatlık etkisinden bahsetmiştim, Engin'in şansı karşısına Bilica'nın değil Lugano'nun çıkması oldu. Birebirde etkili bir oyuncu olduğu için de Lugano'nun zaafını iyi kullandı. Bilica yetişene kadar stadın yarıdan çoğu gol sevinci yaşamaktaydı. Sonrasında ise gole ihtiyacı olan ile kalesini savunan iki takımın klasik maçına döndü.

Trabzon'un 3. golünün geleceği belliydi. Fenerbahçe 2-2 için yüklenirken 3-1 olacağını kestirmek çoğu izleyici için pek de zor bir şey olmasa gerek. Colman da Engin'in attığı golün bir benzerini atıp santrası yapılmayan golle noktayı koymuş oldu. Maçın da en iyisi olan Colman'ı tebrik etmek lazım. Büyük maç küçük maç ayırmadan aynı ciddiyetle ve disiplinle oynuyor Colman, istikrarına hayran olduğum adamların başında geliyor bu ligde.
Son olarak 18 yılda yapılan statlarında Bilica'yı gören Urfalı seyircinin isyanıyla bitirelim. Bir penaltı için zeminde petrol bulmaya çalışan Bilica'nın 27 yıldır kupanın alınmadığı bir ortamda petrol bölgesinde bu çalışmalarını sonuçlandırmasından endişe etmiş olmalılar..

La Liga'da Yeni Rekor Kesinleşti

Yağmurlu bir mayıs akşamında Barcelona beklenen farklı ve kolay galibiyeti aldı Tenerife önünde(4-1). Bu galibiyeti özel kılan ise La Liga tarihinde en son 13 sezon önce kırılan en çok puan toplama rekorunun yeni sahibi olmalarıydı. 90 olan puanlarını 93'e yükselttiler ki daha ligin bitimine 2 maç var, muhtemelen rekor önce 96, sonra da 99 olacak. Belki Sevilla deplasmanında bir şok yaşayıp 96'da veya 97'de kalabilirler ancak içeride Valladolid'i yenip 96'yı görecekleri kesin gibi. Tabii şampiyonluk için Madrid'in de bir şansı var, belki de bu rekor geçici olarak Barcelona'nın eline geçti ve sezon sonunda yine eski sahibinde kalacak.

Sonuç olarak bu iki takım kalan tüm maçlarını kaybetseler dahi La Liga tarihinin puan rekoru bu sezon sonunda kırılmış olacak. 1996/1997 sezonu sonunda Real Madrid 92 puanla şampiyonluğu elde etmiş ve tarihe geçmişti. Ancak burada çok önemli bir detay var ki o da şu: Real Madrid bu 92 puanı 42 maçta elde etti. O sezon La Liga'da 22 takım bulunmaktaydı, doğal olarak lig 42 hafta üzerinden oynanmıştı.

Bu sezon kırılan yeni rekor ise 20 takımlı bir ligin, yani 38 haftanın sonunda kırılmış olacak ki bu da rekorun ne denli ulaşılamaz olacağını ortaya koyuyor. Önümüzdeki sezon bu iki takımın yine ligin başında geleni geçeni yenip benzer bir yarışa girer mi bilemiyorum ama bu olsa bile diğer takımlar daha büyük hırs yapacağı için 96-99 veya Madrid kalan maçları alıp Barça'nın puan kaybı ile şampiyon olursa 98 puanlık rekora erişilmeyecek gibi duruyor. Yeni sezon öncesi hiç bir şey belli değilken, mevcut sezon bile bitmemişken kesin konuşma yapmıyorum yanlış anlaşılmasın, sadece tahmin benimkisi. Bu kadar efsanevi sezonlar sık yaşanmamalı futbolda ki tadı damakta kalsın. Önümüzdeki sezon da 99 puana 98 puan şeklinde biten bir La Liga'yla karşılaşırsak bu sezonun büyüsü kaçacak, bunu istemeyiz değil mi?

4.05.2010

World Snooker Championship 2010

Nihayet bitti. 16 Nisan’dan beri bizleri Eurosport ekranına kilitleyen World Snooker Championship 2010, Avustralyalı oyuncu Neil Robertson’un kupayı alması ile son buldu. Aslında bu oyunu takip edenler için çok da büyük bir sürpriz olmadı açıkçası. Turnuva öncesinde favori gösterilen oyunculardan biriydi zaten. Ama popülerliğinden dolayı oynadığı her turnuvada favori gösterilen Ronnie O’Sullivan, formunun zirvesinde sayılan John Higgins, son yıllarda başa güreşmesine alıştığımız Mark Selby, önümüzdeki yılları domine edeceği düşünülen Çinli oyuncu Ding Junhui gibi oyunculardan sonra söyleniyordu ismi. Yine de finali oynaması kimseyi çok şaşırtmadı.

Neil Robertson ve turnuva adına bir kırılma noktasından bahsedilecekse eğer, bu hiç şüphesiz çeyrek finalden önce oynanan 2. turdaki rakibi Martin Gould önünde 11-5 gerideyken yaptığı muhteşem geri dönüş olurdu. Muhteşem oynayan ve bütün psikolojik avantajı ele geçiren rakibi karşısında pes etmeyip maçı 13-12’ye getirerek kazandı ve bu oyunun yetenek haricindeki en büyük gereklerinden biri olan mental yeterliliğe de ne derece sahip olduğunu ispatlamış oldu bence. Zaten sonraki turlarda da bu maçtaki kadar zorlanmamış olmasının nedeni, bu maçın kendisine sağladığı özgüvendi diye tahmin ediyorum. Bir de kura avantajı diyelim tabi ki. Martin Gould’dan sonra bu oyundaki uzatmalarını oynayan, ama muhteşem oynayan Steve Davis’i 13-5, oynayabileceği rakipler arasında en zayıfı olan Ali Carter’ı da 17-12 gibi rahat skorlarla geçerek finale yükseldi.Finaldeki rakibi Graeme Dott da karşısında tutunamadı ve 18-13’lik galibiyetle bence hakkettiği bir turnuvayı, hem de “Crucible” tarihinde bu ünvanı alan ilk Avustralyalı olarak kazandı. Tebrik etmek gerek bu sarı kardeşimizi.
Finalin diğer ismi Graeme Dott için ise işler pek de o kadar kolay olmadı. İlk turda dişli oyunculardan Peter Ebdon’ı 10-5, akabinde yine turnuvanın favorilerinden sayılan vatandaşı Stephen Maguire’ı 13-6’lık nispeten rahat skorlarla eledi. Çeyrek finaldeki rakibi ise, oyunun genç yeteneklerinden, geleceği herkes tarafından parlak gösterilen Mark Allen oldu. 13-12’lık skorla biten maç, Dott için hayli zorlu ve yıpratıcı olmuştu. Sıradaki rakibi ise Ronnie O’Sullivan’ı eleyen Mark Selby idi. Yetenek kadar fiziksel ve psikolojik gücün de ön plana çıktığı bu 33 Frame’lik uzun yarı final mücadelesinde, çeyrek finalden yine kendisi gibi yorgun ayrılan ve mental direnç konusunda hiç de küçümsenemeyecek bir rakip olan Selby karşısında, yine stresli bir maç neticesinde 17-14’lik skorla galip gelerek finale yükselmeyi bildi.

Finale başladığında, kendisinden bir gün önce yarı final serisini bitirip dinlenme fırsatı bulan Neil Robertson karşısına, Selby maçının yorgunluğunu taşıyordu. Zaten maçın ilk seanslarında kazanma arzusundan çok oyundan kopmama gayreti gösteren bir Dott izledik.

Zaten oyun da, O’Sullivan gibi agresif oyuncuların elenmesi ile bir tür stratejik mücadeleye, mümkün olduğu kadar risk taşımama gayreti yüklü atışlara sahne olmaya başladığından, frame’ler 30 dakika gibi sürelerde oynanmaya başlamıştı. Böylelikle, Crucible tarihinin en uzun final serisini ve gerekli direnci gösteremeyen yorgun Dott karşısında Neil Robertson’un galibiyetine tanık olduk.

Kendi adıma, renkli ve zevkli bir turnuva izlediğimizi söylemeliyim. Snooker’in en prestijli organizasyonu olan World Championship için bir yıl daha beklememiz gerekiyor artık. Arada The Masters gibi turnuvalar olsa da hiçbiri bunun verdiği tada yaklaşamıyor.
Bence turnuvanın ihtişamını gölgede bırakan tek olay, oyunun en baba oyuncularından sayılan, kariyerinde 7 milyon Pound’dan fazla para ödülü kazanmış John Higgins’in karıştığı şike skandalıydı. İngiliz asaletinin, centilmenliğinin, ne bileyim sportmenliğinin simgelerinden sayılan Snooker’da bu tarz bir skandal kabul edilemez tabi ki. Finale gölge düşürdüğü bile söylenebilir. Şahsen, üzülmekle beraber, bir taraftan da o klasik İngiliz asaleti tribinin yaralanmasından dolayı hafif bir mutluluk duymuyor da değilim. Sen orada İngiliz İngiliz takıl, ıstaka yutmuş gibi ortalıkta gez, elin Rus mafyası gelip 3 - 5 Euro için oyunun bokunu çıkarıversin. Bir de şu Asyalı oyuncular biraz daha oyunu domine etmeye başlasın da, görücem o asilzade kıçlarınızı.

Neyse, uzun bir yazı oldu. Bundan sonrakinde de turnuvada ön plana çıkan oyuncuları tek tek inceleyelim diyorum. Şimdilik bu kadar

  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO