17.12.2016

Özüne Kadar Romalı, Roma'nın Özü

Francesco Totti, Romalı, bütün kariyeri AS Roma'da geçti: 23 yıl ve devam ediyor. Futbol kariyerine AS Roma forması giyerken son vermeyi umuyor.

Boya spreyleriyle kuşanmış vandallar en son Kolezyum’dan çok da uzak olmayan bir çıkmaz sokağa, Via della Madonna Monti’ye ayak basalı altı ay kadar oldu. Sokağın artık bıkmış sakinlerine göre vandallar Roma’nın bu köşesine sık sık geliyorlar. Sokaktakiler duvarlarının sloganlarla kirletilmesinden bıkmış durumdalar fakat artık boyun eğmişler.

Sokağın sonundaki sokak resmi esas problem yaratan şey. Bazıları onu düzeltmeye geliyor sonra diğerleri geri gelip tekrar tahrif ediyor. Her seferinde gruplar resmin etrafına birkaç kışkırtıcı, alay edici mesajlar ekliyorlar. Bu böyle böyle devam edip sürüyor, görünüşe göre Ebedi Şehrin ortasında ebedi bir savaş var.

Resmin görüntüsü bozulduğunda dahi, İtalyan futboluyla şöylesine bir ilgisi olan bir insan bile o resmin kimi temsil ettiğini anlayabilir. O silüet; bir kol göğe doğru kalkmış, bantlanmış bir bilek ve konik göğüs şekli, o kadar tanıdık ki en güçlü sprey boyasından bile sızmayı başarıyor.

Francesco Totti spreyle ya da fırçayla silinemez. A.S. Roma’nın ebedi kaptanı şehrin duvarlarında kalıcı olamasa da şehrin dokusuna işlemiş durumda. Şehrin ruhuna kaynamış.

Totti, doğma büyüme ve dibine kadar Romalı, hiçbir zaman Roma’nın onun için ne kadar önemli olduğunu gizlemedi.

“O benim ailem, arkadaşlarım ve sevdiğim insanlar,” dedi birkaç yıl önce neden Roma’da kaldığı sorulduğunda. “Deniz, dağlar ve anıtlar.”

Önüne az da fırsat çıkmadı: A.C. Milan ve Real Madrid, birçok kulüpten yalnız iki tanesi. 23 yıl önce, çocukken desteklediği takımın sarı kırmızı formasını, nur topu gibi bir gençken giydiği ilk günden beri tatlı sözlerle kandırmak için çok uğraştılar.

Ayrılmaya gönlü razı olmadı.

“Kariyerim boyunca tek bir forma giydiğim için şanslıyım,” dedi 40 yaşındaki Totti, yakın tarihli bir röportajda. “Benim hayatımdaki temel şeylerden bir tanesi.  Yalnız tek bir forma giyip, aynı takımın taraftarı ve oyuncusu olan şanslı azınlıktan biri olmak her zaman istediğim bir şeydi.”

Görünüşe göre sonsuza dek süren şafağı boyunca -Via della Madonna dei Monti’deki mücadeleden görüldüğü üzere, Roma’nın iki kulübü Roma ve Lazio arasındaki hassas ilişkiye rağmen- şehir onun bu sadakatini ödüllendirmek, ilgisine karşılık vermek için elinden geleni yaptı.

Birkaç yıl önce, Lucamaleonte adındaki sokak sanatçısı, sakin San Giovanni mahallesine bir duvar resmi yapması için resmi kararla görevlendirildi. Totti burada, Via Vetulonia’daki bir dairede büyüdü. Birkaç sokak ötede Via Pascoli’deki okula gitti.

En iyi öğrenci değildi – bir öğretmeni “O tek bir şey için iyiydi o da futboldu.” dedi – ayrıca partizan çizgilerle ayrılmış bir şehirde, öğrencileri okula çekmek içi Roma’ya kayıtsız şartsız bağlı bir idol olarak kendisi ideal örnek değil.

Resmi görevlilerin her şeye rağmen duvar resmi konusunda ısrarcı olması Totti’nin ne anlam ifade ettiğinin göstergesi; bu çalışma Roma’nın modern tarihindeki ikonları tasvir etmek için başlatılan serinin bir parçasıydı. Resim hala orada, bütün duvarı kaplayacak şekilde, üç kat yüksekliğinde, Lazio taraftarlarının istenmeyen ilgisinden dolayı zarar görmemiş halde duruyor. Totti sadece Roma takımına değil Roma şehrine de ait. Karşılık olarak da şehrin bir yerinde her zaman ona ait olacak bir köşe var.


Birçok insanın onun kariyerinin sona geldiğini düşünmesinden sonra daha uzun süre devam etmesinin sebebi işte bu ilişki. Totti, Roma için ilk maçına 1993 yılında 16 yaşındayken çıktı. Yaklaşık 800 kez Roma için oynadı ve 306 gol attı. Düzenli olarak, kendisi Serie A’da oynamaya başladığında daha doğmamış olan takım arkadaşlarıyla oynuyor.

Totti’nin neslindeki birçok isim, o jenerasyonun temel sütunları, yoldan ayrıldı. Totti; Alessandro Del Piero’nun, Alessandro Nesta’nın ve Christian Vieri’nin olduğu İtalya’nın ve Ronaldo’nun Zinedine Zidane’ın ve Gabriel Batistuta’nın olduğu Serie A’nın bir parçasıydı. Birkaç akranı – Gianluigi Buffon ve Andrea Pirlo – hala etraftalar ancak onlar fiziksel olarak daha az çaba isteyen ya da mental olarak daha az yoran pozisyonlarda oynuyorlar. Sadece Totti var.

Onun devam etmesini sağlayan şey sorulduğunda “Roma’ya ve futbola karşı olan aşk,” diye yanıtladı. “Bu ikisiyle evlendim. Futbol benim için bir oyundan ötesi, bir tutku. O her şey! Ancak her şeyden öte Roma’ya olan aşkım. Her zaman Romalı oldum. Hiçbir zaman başka bir şey olmadı.”

“Hala oynamaya devam ediyorum çünkü hala keyif alıyorum. Hala o tutkuya sahibim. Antrenmana gelmek, meslektaşlarımla ve oyuncuların geri kalanıyla olmak istiyorum. Bu beni mutlu etmeye devam ettiği sürece de oynayacağım.”

Bu sürenin ne kadar olacağı ise neredeyse her an spekülasyon konusu oluyor. Kendisi futbol sonrası yaşam hakkında “düşünmediği” konusunda kararlı. 40 yaşında hissettiğini itiraf ediyor “numerik olarak, psikolojik olarak ama fizyolojik olarak değil,” ancak hala “antrenmandaki ufak değişikliklerden” bahsediyor, “her zaman gelişebileceğine” dair inancı var. Karşılıksız kalan bir ihtirasından hala vazgeçmiş değil: Roma’yı Avrupa şampiyonu yapmak.

“Asla asla deme,” diyor kendisi.

Yine de herkes biliyor ki bir noktada, er ya da geç, perde kapanacak. Giorgio Lucarelli, Via Vetulonia’da Totti’nin çocukluk evinden birkaç kapı ötedeki Roma 1927 pizzacısını işletiyor. Restoran Lucarelli’nin desteklediği takımın adeta türbesi: Roma formaları, Roma atkıları, Roma’nın en iyi takımlarının fotoğrafları. Totti, arada sırada gelen bir ziyaretçi olarak, gözle görülür şekilde herkesten fazla yer alıyor.

Lucarelli “O Roma’nın gelmiş geçmiş en iyisi.” dedi. “Bence 50 yaşına kadar oynamasında bir sakınca yok. Roma’yı onsuz hayal etmek imkansız ama biliyorum ki bir gün bununla yüzleşmek zorunda kalacağız.”

Totti için de hiç kolay olmayacak. Daha önce değişimden hoşlanmadığını, ailesinin evinden ancak eşi Ilary ile evlendiğinde taşınan bir adam olduğunu söylemişti.

“Emekli olduğum zaman takımla yaptığımız yolculukları özleyeceğim, takım arkadaşlarımla yaptığımız şakaları, alışkanlıkları: onlarla kahvaltı yapmak, oyun oynamak, bütün o ufak şeyler.” dedi. “Futbol sonrası hayat hakkında düşünmüyorum ama biliyorum ki başka bir hayat başka bir dünya olacak.”

Futbol için de bir çağın sonu olacak. Totti bile kendisini başka bir çağın ekosu olarak görüyor, estetisyenlerin atletlerden önce geldiği bir zamanın kalıntısı. Totti’nin Roma’daki 23 yıllık kariyerinde gelip geçen oyunculardan onun gözüne en çok çarpan ikisi Antonio Cassano ve Vincent Candela (Fransız defans) olmuş çünkü onlar “teknisyenlermiş”.

“Önceden oyun daha taktikseldi şimdi ise daha fiziksel” diyor Totti. “Önceki halini tercih ederdim, daha teknik daha sakindi. Futbol benim için budur. Futbol teknik ve ruhsaldır. Her şey kafadadır. Topun nerede olduğunu ve nereye gitmesini istediğinizi anlamanız gerekir.”

Bu onun futboldan en çok keyif aldığı yanı, bilincin içgüdüye üstünlük kurduğu anlar.

“Düşündüğüm zamanları seviyorum, ne yapmam gerektiği hakkında, pozisyonumu değiştirip değiştirmemem konusunda,” diyor. “Düşündüğüm zaman hata yapmak zor oluyor.”

Bu ayrıca futbolun, kargaşaya olan açlığında gitgide kaybolmasından korktuğu yanı. Totti’nin en değerli anılarından bazılarının tarih olarak biraz geride kalması yeterince şey anlatıyor. Sampdoria’ya karşı attığı bir golünü en iyi golü olarak belirtiyor, “sol ayakla attığım vole bütün karakteristiğimi yansıttı,” ve Werder Bremen’a karşı verdiği topuk pasını ise en sevdiği asisti olarak “ben daha çok gençken.”.

Takım arkadaşı olarak çağırabilmeyi dilediği oyuncu Lionel Messi ya da Cristiano Ronaldo değil. O isim Ronaldo, İtalyanların onu çağırdığı şekilde ise Il Fenomeno. Totti, Ronaldo’yu “tarih için bir futbolcu” olarak çağırıyor ki öyle, hem de birden fazla yönden.


Bir gün aynısı Totti için de söylenecek. Hem de sadece stili yüzünden değil, hikayesi yüzünden de: oynadığı futbol ve nerede oynadığı yüzünden. Steven Gerrard emekli oldu, Ryan Giggs de öyle. Xavi Hernandez, Katar’da sona yaklaşıyor. Totti “tifosi-giocatori” dediği kavramın son temsilcisi. Yani futbolcu olup memleketlerinin kahramanı haline gelen taraftarlar.

“Genç takımlarda benim yaptığımı, Daniele De Rossi’nin şu an yapıyor olduğunu yaparak burada elinden geldiği kadar uzun kalacak birinin olduğunu düşünmek isterim.” diyor Totti uzun süredir Roma’da takım arkadaşı olan isme atıf yaparak. “Ama modern futbolda bu zor.”

Onun için de her zaman kolay olmadı. “Daha fazla baskı, daha fazla sorumluluk var çünkü ben Romalıyım.”

Yine de o başka türlü olsun istemezdi. Bu onun istediği tek şeydi.

“Sadece bu formayı giymek,” dedi “Sadece bu.”

Forması ve şehri, 23 yıldız silinemez şekilde işaretlenmiş durumda, hiçbir zaman da silinemeyecek bir miras.


Bu çevirinin yapıldığı yazı nytimes.com adresinde yayınlanmıştır.

Bu çeviri artemiofranchi.org dışında kaynak gösterilse dahi izinsiz yayınlanamaz.

-

Bu yazı, Montem spor ekipmanları sponsorluğunda yazılmıştır. En iyi trekking, hiking ve diğer doğa yürüyüşü batonları için Montem'i ziyaret edin: https://montemlife.com/trekking-poles-hiking-sticks/

16.12.2016

Adının Hakkını Vermeyen Kupa: FIFA Kulüpler Dünya Kupası



Avrupa futboluna dahil olan futbolseverlerin favori iki uluslararası turnuvasını sorsak biri Şampiyonlar Ligi diğeri de Dünya Kupası olacaktır herhalde. Fakat bu iki turnuvayı bir konseptte buluşturan Dünya Kulüpler Kupası neden ilgi çekmiyor? 

Öncelikle turnuvanın formatına bakalım. Play-off turunda, OFC (Okyanusya Futbol Fed.) şampiyonu ile turnuvanın ev sahibi olan ülkenin lig şampiyonu maç yapıyor. Sonraki turda play-off galibi ile CAF (Afrika), CONCACAF (Kuzey-Orta Amerika, Karayipler), AFC (Asya) Şampiyonlar Ligi galipleri eşleşerek eleme maçı oynuyorlar. Yarı finalde ise kazananlar, UEFA Şampiyonlar Ligi ve Copa Libertadores galipleriyle eşleşiyor. CONMEBOL Copa Libertadores ve UEFA Şampiyonlar Ligi'nden gelen takımlar zaten oldukça avantajlı başlıyorlar, iki maçta kupaya erişme imkanları oluyor.

Turnuvanın yapıldığı ülkeler ise 2000 yılındaki Brezilya hariç hep Japonya, Fas ve Birleşik Arap Emirlikleri olmuş. Bu son üç ülkenin hiçbirisi malesef bir futbol ülkesi değil. Ben futbol ülkesi kavramına inanan biriyim, 2014 Brezilya Dünya Kupası'nın oldukça keyifli ve akıllarda kalacak şekilde geçmesinin doğrudan bununla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Seyircilerin yarattığı atmosfer bile tek başına sahadaki oyuna etki ediyor. İnsanlar bu yüzden (siyasal ve yerel sebepler bir yana) Rusya ve Katar'da yapılacak olan iki gelecek Dünya Kupası'na şimdiden ön yargıyla yaklaşıyor.

Maçların ligler devam ediyorken oynanması bir başka sorun. BAE ve Fas'ta oynandığı zamanlar saat farkı Avrupa için sorun olmuyordu ancak Japonya'da oynandığı zaman maçlar gün ortasına denk geliyor. Saat farkı mevzusu diğer kıtalar için de sorun yarattığından eleştirmek çok doğru değil aslında. Esas problem liglerin devam ediyor oluşu. İnsanlar hafta içi oynanan yarı final maçlarını işte, okulda olduklarından vs. izleyemiyor. Hafta sonu oynanacak üçüncülük ve final maçları ise büyük liglerdeki fikstürlerle çakışmıyor fakat oynanan maçlar insana bir şey vaad etmiyor. Öğlen iki saatini bu maçı izlemeye ayırmak yerine işini gücünü halledip öğleden sonra ve akşam kendi takımını ya da başka bir ligdeki keyif vaadeden bir maçı izlemek daha cazip geliyor. 

Bir önceki paragrafta şimdi bahsedeceğim soruna değindim aslında. Kulüpler bazında Avrupa ile dünya futbolunun kalanı arasında NBA ile dünya basketbolunun kalanı arasındakine yakın bir fark var. 12 turnuvanın 8 tanesini UEFA temsilcileri kazanmış. 4 tanesini ise CONMEBOL ekipleri. Son 8 turnuvanın 7 tanesinde UEFA şampiyonluğu var. Bu durum "sürprize kapalılık" algısı yerleştirdiği için de insanların her sene oynanan bu turnuvayı takip etmekle uğraşmadığını düşünüyorum.

Özellikle Avrupa'dan gelen kulüpler için bu turnuvanın angarya olarak görüldüğü algısı bende yer etmiş durumda. Ne kadar doğru bunu bilemem fakat La Liga'da harika bir form yakalamış Real Madrid'e bu hafta Valencia deplasmanına mı gitmek isterdiniz bu turnuvaya mı diye seçenek verseler, Valencia'yı tercih edeceklerine inanıyorum. As oyuncularla çıkmış olsalar dahi Club America karşısındaki "eh çıktık oynuyoruz işte" havası hissediliyordu ki buna rağmen rakiplerinin zayıflığı sayesinde 2-0 kazandılar. 

2012'de kupayı Chelsea'yi yenerek alan Corinthians 8 yıllık zinciri bozan tek takım.

Yine bende yarattığı bir diğer algıya değinmek istiyorum. Subjektif bir konu. Bu turnuvadan buram buram "pazarlama" kokuları geliyor. Elbette her turnuva en çok izleyiciye ulaşmak istiyor, daha çok gelir elde etmek istiyor fakat bu turnuva bende bir olmamışlık bir yapaylık hissi yaratıyor. PES oynarken arkadaşlarınızla yaptığınız bir KONAMI CUP ile bunun arasında atmosfer olarak ben fark göremiyorum. Hatta KONAMI CUP samimiyetiyle bir tık daha önde. 

Bu seneye özel olarak video hakem uygulamasının bu turnuvada test edilmesi ve uygulandığı iki seferden birinin fiyasko olması da turnuva için iyi olmadı. Kashima Antlers-Atletico Nacional maçındaki penaltı kararı video hakemin işe yaradığını fakat çok ağır kaldığını, oyunu ciddi biçimde durdurduğunu gösterdi. Real Madrid-Club America maçında ise hakemin golden sonra "durun bir durun" diye sevinci bölmesi, garip el hareketleriyle önce golü iptal ettiğini zannettirip sonra ortaya koşması futbol zevkine sıkılan bir kurşun oldu. Bu uygulama böyle olacaksa haksız yenen gollere, hatalı ofsaytlara razıyım. 

"Ee sayın Ögeday Karabulut. Bu kadar eleştirdin, yazdın ettin var mı çözüm önerin?" diye soracak olursanız:

- Öncelikle katılmaya hak kazanan kulüpteki kadro değişimi, hatta küme düşme gibi dezavantajları bir kenara bırakarak bu turnuvanın da en az 3 yıl arayla yapılması gerekiyor. Evet, belki Asya Şampiyonu olan kulüp futbolcuları üç dört sene sonra taş kemiriyor olacak, belki Real Madrid'de Perez delirip takımı baştan aşağı yeniden kuracak ancak şunu düşünün: 2016-2020 arası federasyon şampiyonları, finalistleri vs. (misal Avrupa Ligi şampiyonu) hepsi bir araya gelip ufak bir turnuva oynayacak. "Aaa o bu hafta mıydı lan?" diye bakıp geçilecek bir turnuva yerine insanların bir nebze daha heyecanla bekleyeceği bir etkinlik olacaktır.

- Turnuvanın mümkün olduğunca lig arası bir noktaya denk getirilip kimsenin fikstürünün içine edilmemesi. Bu oldukça zor olacaktır ama FIFA bu, istese yapar. Zaten ben yapabilsem burada eleştirmek yerine Zürih'te sıcak çikolatamı yudumlarken Infantino'yla "Başkan sıcak top soğuk top var mı harbiden? Söz aramızda kalacak." muhabbeti yapıyor olurdum.

- Ev sahibi ülkenin değişimi. Japonya, Fas ve BAE ekseninden çıkması herkes için en hayırlısı olacaktır. Bunu uzatmaya gerek duymuyorum.

Şimdilik aklıma gelen üç değişiklik bunlar. CONMEBOL ve UEFA dışındaki federasyon takımlarına maçtan önce handikap vermek gibi daha uçuk fikirler de aklımın bir köşesinden geçmiyor değil.

Bu yılki final maçı Real Madrid-Kashima Antlers pazar günü bizim saatimizle 13:30'da başlayacak, TRT Spor'dan yayınlanacak. Ben iflah olmaz bir futbol aşığıyım ne bulsam izlerim diyorsanız üçüncülük maçı olan Club America-Atletico Nacional maçı da pazar sabahı saat 10'da başlayacak, o da TRT Spor'dan izlenebilir.

12.12.2016

Amatör Futbol İzlenimleri



Geçen aya kadar canlı canlı futbol izlemeyeli iki buçuk yıl olmuştu. En son Mart 2014'te Galatasaray'ın Akhisar'ı 6-1 yendiği maçı stadyumdan izlemiştim. Passolig'in gelişi, İzmir'e yerleşmek gibi sebeplerden ötürü Galatasaray'la aram iyice açılırken, İzmir'de de yaşanan stadyum krizi sebebiyle uzun bir süre maç izlemedim ve bu işten vazgeçtim.

Yağmurun ardından havanın "çıkın da gezin hadi" dediği bir pazar günü evde boş boş otururken Koray Gök'ün "Narlıdere maçındayız" temalı tweeti gözüme takıldı. Stadyum bisikletle 20-25 dakikalık mesafedeydi. Evde koala gibi koltuğa sarılarak yaşamaktansa hem bisiklete binerek biraz sporla vicdanımı rahatlatacaktım hem de canlı futbol izleme hasretimi giderecektim.

Maça vardığımda ikinci yarı başlamıştı o yüzden kim kimdir, ne tarafta oynuyor, biz kimi destekliyoruz diye anlayana kadar maç bittiği için esas olarak dün gittiğim maçı yazmak istiyorum. Narlıdere-Bayındır maçından aklımda kalan iki noktadan birisi kendini kaybeden, atanamamış Aziz Yıldırım diye tabir ettiğimiz amca, diğeri ise son dakikalarda kaybedilen maç.

Bu hafta maça giderken elbette takım taktiklerini, rakibin form durumunu, teknik direktör açıklamalarını çalışarak gitmedim. Sadece başlama vuruşundan 5 dakika önce stadyumdaydım.

Öncelikle şunu söylemek istiyorum, Narlıdere Ali Artuner Stadyumu ortam olsun atmosfer olsun içinde bulunduğum en güzel stadyumlardan bir tanesi. Belki bakınca bir tam bir yarım tribünden ibaret, etrafı telle çevrili futbol sahası gibi görünüyor ancak orada olmadan o huzurlu atmosferi anlatmak mümkün değil. Bir arabanın zor geçtiği dar yoldan geçip de bu futbol vahasına girdiğinizde direkt sahaya çıkmak istiyorsunuz. Özellikle dünkü gibi, kışın ortasında ılık ve güneşli bir hava varsa.

Maçtan önce kısa bir protokol duruşu ile peşinden saygı duruşu yapıldı. İlk 5 dakikayı tek başıma izledim, net olarak söylüyorum ki tanıdıklar olmadan, yalnız başına yapılacak bir iş değil. İnsan yanındakilerle maçı yorumlamak, gerek rakip gerek kendi oyuncusunu acımasızca eleştirmek, hakeme birlikte bağırmak istiyor. Ha bunu aşmış kişiler yok mu? Var. Atanamayan Aziz Yıldırım amcamız bu nadide kişilerden birisiydi ancak bu hafta yoktu, maça gelmesi yasaklanmış olabilir bilemiyorum.

Ben futbolun teknik taktik kısmından zerre anlayan bir insan değilim. FM'de çizgi çektiğimiz taktik ekranı gittiğinden beri ekrana boş boş bakmaktan başka bir şey yapamıyorum. Televizyonda izlediğim maçlarda ise modern futbolun pas pas pas vs. ceza sahasına gömül uygulamaları karşısında sıkıntıdan çaresiz düşüp ortalama 2.1 dakikada bir telefona bakarak dikkatimi dağıtıyorum. Bu nedenle maçları taktik açıdan izleyip yorumlama denemelerim hep hüsranla sonuçlanıyor. Yerinde izlediğim maçlarda ise tek bir bakış açısından bakıyorum ama istediğim yere bakabildiğim için kimin ne yaptığını, hangi pozisyonu boşaltıp alan açtığını, teknik direktörün ne amaçladığını daha net anlayabiliyorum. Yine ahkam kesecek taktik düzeye erişemiyorum ancak en azından yapılan şeylerin mantığını kavrıyorum.

Burada tabi oturup "Narlıdere Belediye'nin ilk yarıdaki pasa dayalı set hücumları Urla Belediye'nin çizgi defansını aşamadı" diye anlatacak halim yok. Düz özet geçecek olursam ilk yarıda bizim izlediğimiz açıdan kalecinin de suçlu olduğu bir golle öne geçen Urla Belediyespor, Narlıdere'nin ataklarını iyi engelledi, ofsayt taktiğini de iyi uyguladıkları için Narlıdere savunma arkasına adam kaçıramadı. İlk yarı 1-0 Urla'nın üstünlüğüyle bitti.

Biraz saha kenarına bakalım. Maçlarda tribündeki ortam harika oluyor. Genelde çoğu kişi birbirini tanıdığı en azından aşina olduğu için ortam samimi oluyor. O kadar klas diyaloglar yaşanıyor ki bazen herkes maçı takip etmeyi bırakıp birbirinin konuşmasını dinliyor.

-ULAN YAZIKLAR OLSUN BU URLA'DAN BİLE GOL YİYORLAR SONUNCU TAKIM BU!
-Abi biz kaçıncıyız?
-İşte biz de bunların bir üstündeyiz.

Sahadakiler için ise bu kadar keyifli olduğunu sanmıyorum çünkü ortamın sessizliği ve tribünde az insan olması yapılan eleştirilerin(!) çok net duyulmasını sağlıyor. Eleştiri demişken hakeme ayrı bir paragraf ayırmak istiyorum.

Ben bu kadar kötü hakem yönetimi izlemedim desem yalan olabilir ancak cidden çok kötü bir yönetim vardı. Taraflı çalınan düdükler, verilmeyen penaltılar, çıkan manasız sarı kartlar, çıkmayan kartlar, nasıl olsa tekrarını izleyen olmayacak diye verildiğini düşündüğüm bir takım ofsayt kararları, yani maçı rakibe vermek için elinden geleni yaptı kendisi. Sonra bir ara dengelemek için çalıştı durduk yere maç gerildi, tribünler gerildi. Ben böyle bir şey görmedim. 

Maça dönelim; ikinci yarıda sahada bambaşka bir Narlıdere Belediyespor vardı. İkinci yarının ilk dakikalarında duran top organizasyonundan gelen golle maça tekrar ortak olduktan sonra, ilk yarıda yapılamayan bek bindirmeleriyle defans arkasına koşular etkisini gösterdi. Önce kaleciye maçı bıraktıracak bir hata (cidden kaleci değiştirildi) ile 2-1 oldu, sonra 3-1 oldu, son dakikalarda da 4-1e geldi. Skor açısından olduğu kadar sahada oynanan oyunla, gerek bireysel gerek takım olarak ortaya konan oyunla bizi oldukça tatmin eden bir maç izledik.

Dediğim gibi sahada kimin ne yaptığını canlı izlerken daha net görüyorsunuz. Oyuncunun attığı çalımı nasıl attığını ya da kaybettiği ikili mücadeleyi niye kaybettiğini anlamak daha rahat oluyor. Sahaya yakın olmakla da ilgisi var elbette. TT Arena'nın üçüncü katından maç izlerken bu kadar rahat olmuyor takdir edersiniz ki.

Çok şey yazıp az şey anlattığım bu yazıyı noktalarken size de imkanınız olduğunda, canınız sıkıldığında arkadaşlarınızla toplanıp yakındaki bir amatör maçı ya da alt lig maçını izlemeyi tavsiye ediyorum. Kendi şehrinizdeki takımlar, stadyumlar, maçlar hakkında rahatça bilgi edinebileceğiniz Amatör Futbol isimli güzide siteye bakabilirsiniz. Birkaç fotoğrafla yazıya nokta koyuyorum.

 




6.12.2016

Üç Defanslıların Savaşı’nda Conte, Guardiola’yı Nasıl Yendi?


Bu yazının orijinali TheGuardian.com adresinde yayınlanmıştır.

Taktik savaş bir futbol maçının gidişatını gösterir ancak maçın sonucu ufak anlarda yaşananlara bağlıdır. Chelsea’nin Manchester City’e karşı aldığı 3-1lik zafer bunun mükemmel bir örneğiydi. Eğer ilk bir saatin muhteşem oyuncusu Kevin De Bruyne, Manchester City’i 2-0 öne geçirecek olan o golü atsaydı bu yazı Pep Guardiola’nın Antonio Conte’nin 3-4-3ünü nasıl çözdüğüyle ilgili olacaktı. Ancak De Bruyne bir şekilde direği nişanladı ve devamında Chelsea’nin geriden gelip maçı alması Guardiola’nın sisteminin sorgulanması anlamına geldi. Gerçek ise bu kadar basit değil.

Bu; baştan sonra heyecan dolu, enerjik, son derece taktiksel ve komiklik derecesinde açık bir maçtı. Guardiola’nın diziliş seçimi, her zaman olduğu gibi, ilk 11ler açıklandığında dahi tahmin edilemezdi ancak biraz 3-2-4-1in gelişinin habercisiydi. Guardiola geride üçe karşı üç kişiyle gidecekti, Leroy Sane ve Jesus Navas’a Chelsea’nin beklerini takip etme konusunda büyük iş düşecekti. Bu da ortada bu maçta iki büyük taktiksel özelliği olduğu anlamına geliyordu: İlk olarak bekler devreden çıkıp savunma görevlerini boşlayacaklardı; ikinci olarak City, Chelsea hücumlarında üçe üç kalacak ve Chelsea rahatça bunu aşabilecekti.

Kanat-beklerin durumu ilk yarıda gayet ortadaydı. Yakın zamanlarda gösterdiği birkaç performansa rağmen Victor Moses oynadığı pozisyonda rahat değildi ve savunma anlamındaki zayıflıkları, David Silva onun üstünden Sane’ye mükemmel bir top aşırttığında bakakalmasıyla ortaya çıktı. Sane pozisyonu değerlendiremedi. Öbür yandan hücum odaklı Sane, savunmadayken Moses’ı takip etme konusunda ciddi problemler yaşadı.

Ters kanatta, Jesus Navas bazen Marco Alonso tarafından itilerek kendini sağ bekte buldu. Bazı anlarda İspanyol meslektaşını takip etmek için kolayca hevesleniyordu ki Chelsea’nin ilk ciddi gol fırsatında da bu oldu. Eden Hazard topla birlikte hızla Navas’In arkasında bıraktığı boşluğa girip Claudio Bravo’yu geçse de sürpriz bir şekilde dar açıdan şut çekmemeyi tercih etti.

Bu arada Alonso Sane, Navas ya da Moses’ın daha doğal bir kanat-bek oyuncusu olduğundan savunma görevlerini yerine iyi getirdi, Navas’ı sıkıca marke etti. Öte yandan Hazard’ın savunma konusundaki ilgisizliği kanatta boş alan yarattı böylece De Bruyne o boşluğa girerek tekrar tekrar yere yakın sert ortalar kesti. Alonso bocalamaya başladı ve sonunda City’i öne geçiren gol Navas’ın ortasında geldi. Gary Cahill tarafından başarısız bir şekilde kendi ağlarına gönderilmiş bir gol.

Navas ayrıca De Bruyne’ün kaçırdığı kritik gol pozisyonunda da ortayı yaptı ve City topa sahip olma konusunda maçı domine ederken Chelsea dümene geçti ve City’nin gerideki adam eksikliğinden faydalanmaya başladı. Guardiola, Silva ve De Bruyne’ü Chelsea’yi orta sahada boğarak City’nin topa sahip olması için kullanırken, Hazard ve 50. dakikada Pedro’nun yerine giren Willian hızlıca gerideki City üçlüsüne doğru öne çıktı. Eğer Chelsea topu hızla hücuma gönderebilirse, hücumcuların gole gitmeden önce geçmesi gereken sadece bir adam vardı. İkinci yarı boyunca tekrar tekrar yaşanan şey tam anlamıyla buydu.

Chelsea’nin bütün golleri bilhassa direktti. İlk golde Cesc Fabregas kendi sahasında bir kısa pas aldı, daha topu kontrol etmeden iki kere kısaca Costa’ya bakıp yerini kontrol etti, sonra forvetin göğsüne doğru uzun bir nokta pas attı. Costa yalnızca Nicolas Otamendi’yi yenerek topu Claudio Bravo’nun yanından ağlara yapıştırdı. 3-4-3 sisteminde ilk maçına çıkan Cesc Fabregas’tan mükemmel bir oyun geldi, sakatlanan Nemanja Matic’in yerine oynayan İspanyol daha geniş çaplı bir pas imkanı sundu ki direkt futbol için mükemmel bir özellikti.

İkinci gol tamamen farklıydı, ileri üçlüyü kullanan klasik bir kontratak: Hazard topu defanstan ileri taşıdı, Costa yakına gelerek top aldı ve ileri doğru hızla çıkan Willian’ın koşuyoluna mükemmel şekilde oynadı. Ama yine de bir Chelsea oyuncusunun rakibini geçmesi yetti. Costa orta yuvarlakta Otamendi’yi döndürerek onu tekrar alt etti.

Üçüncü gol duraklamalarda geldi. Guardiola, forvet Kelechi Iheanacho’yu stoper John Stones’un yerine sokarak kumar oynadıktan sonra. Ama yine de, tekrardan, tamamen basit bir goldü ve bir Chelsea hücumcusunun bir City defans oyuncusunu yenmesi vardı. Hazard’ın Aleksandar Kolarov’u geçerek şık bir şekilde gol atması devre yarısından sonraki sıradışı kontratak performasını taçlandırdı.

Sonuç olarak Chelsea’nin galibiyeti rahat alınmış gibiydi. Ancak Conte’nin Guardiola’yı alt etmesinden daha çok; büyüleciyi, karmaşık, Premier Lig’in daha önce benzerini üretmediği bir taktik savaştı: 3-4-3e karşılık 3-2-4-1. Taktiksel anlamda, yazın Guardiola ve Conte’nin gelişi Premier Lig’i yeni bir seviyeye taşıdı.

Bu çeviri artemiofranchi.org dışında kaynak gösterilse dahi izin alınmadan yayınlanamaz.

5.12.2016

“Gerçekliğe döndük.” Leicester City, Premier Lig’de neden zorlanıyor?



Bu yazının orijinali ESPNFC.com adresinde yayınlanmıştır. 26 Kasım 2016 tarihlidir.

“Küme düşmeme mücadelesi veriyoruz.” bu açıklama küme düşme hattıyla takımı arasında 2 puan bulunan bir teknik direktörden gelseydi malumun ilanı olarak görülebilirdi. Ancak Claudio Ranieri’den, son şampiyon Leciester City’nin, Şampiyonlar Ligi’nde bitime daha bir maç varken grup aşamasından çıkmış bir takımın teknik direktöründen gelince bu açıklama biraz daha endişe verici oluyor.

Geçtiğimiz Cumartesi, Middlesborough karşısında son dakikadaki penaltı golüyle gelen 2-2lik beraberlik olmasaydı Leicester üst üste üçüncü Premier Lig maçını kaybetmiş olacaktı. Taraftarlardaki hüzün belli oluyordu. Henüz bu mutsuzluk sesli bir protestoya dönüşmese de maç kaybedilseydi bitiş düdüğüyle birlikte yuhalamaların yükseleceğini tahmin etmek de zor değildi. Geçen sezon mucizevi şeyler başarmış bir takım için bu sıradışı bir durum.

Leicester’ın şampiyonluğu muhtemelen İngiliz -belki de bütün dünya- futbol tarihinde beklentiyi en çok aşan performanslardan bir tanesiydi. Ancak bu, neden bu sezon bu kadar dibe düştüklerini tam olarak açıklamıyor. Tilkiler, 1938 yılında bir önceki sezon şampiyon olduktan sonra küme düşen Manchester City’den sonra aynı başarısızlığı tekrarlayan ilk takım olabilir. Bu durum gerçekleşirse, bir açıdan geçen sezonun ne kadar çılgınca ve inanılmaz olduğunu daha çok vurgulayabilir. Ancak bunun arkasında ortada görünenlerden fazlası var.

“Artık gerçekliğe döndük, orası kesin...” – takım kaptanı Wes Morgan, ESPN FC’ye verdiği röportajda


Leicester’ın tehlikeli ayakları susturuluyor


Wes Morgan bir kaç faktöre dikkat çekiyor, bunlardan en açık olanı hücumdaki en önemli iki isim Jamie Vardy ve Riyad Mahrez’in sahada rakipler tarafından boğulması. “Onlar bizim en tehlikeli adamlarımızdı,” diyor Morgan. “Belki diğer takımlar artık ‘bu ikiliyi nasıl durdurabiliriz, çünkü bunu yapabilirsek Leicester’a karşı sonuç alma şansımız yükselir.’ diyerek onları durdurmaya bakıyor. Ben bu ikilinin açıkça geçen sezonki kadar kolay fırsat bulamadıklarını düşünüyorum ve bunun sebebi üstlerindeki fazladan baskı yüzünden olabilir.”

Ranieri buna kesinlikle katılıyor, bir çok konuşmasında rakiplerin özellikle Mahrez’e çift kişiyle baskı kurduğuna dikkat çekti. Geçen haftasonundan önce “Mahrez topu aldığı zaman ona yakın oynayan en az iki rakip oluyor.” demişti “Eğer topu ayağında tutarsa, üçüncü de geliyor.”
Rakipler bunu geçen sezonun ikinci yarısında da yapmıştı ancak Leicester bunu açmanın yollarını bulabilmişti, diğer oyuncular ekstra katkı vermişlerdi. Ancak bu sezon diğerleri beklenildiği kadar katkı veremediler ve Vardy tam 15 kulüp maçını golsüz geçirmiş durumda.


Middlesborough karşısındaki bir an Leicester’ın (ve geçtiğimiz sezonun en iyi oyuncusunun) dramını en güzel şekilde özetledi. Vardy altıpasın içinde beklerken Shinji Okazaki sol kanattaki bir boşluğa doğru topla girdi; Okazaki kafasında pas vermeyi ya da şut çekmeyi tartıp pas vermeyi seçti ama verdiği pas zayıftı ve yanlış yöne gidiyordu, böylelikle Boro savunması rahatça uzaklaştırma şansı buldu. Vardy acı acı sırıtarak kaderine lanet etti. Leicester’ın gol aradığı dakikalarda, ikinci yarının ortasına doğru oyundan alınırken kafasını öfkeli bir şekilde öne eğmişti.

Takım arkadaşları Vardy’nin karakterinde bir değişiklik olmadığını, onun goller atarken davrandığı gibi davrandığını söylese de -tabi bir de Ranieri’nin Vardy’nin antrenmanlarda da gol atamadığını söylediğini belirtelim- bu sezon daha etkisiz olduğu bir gerçek. Bunun bir kısmı rakiplerin artık daha geride oynayıp ona savunma arkasına sarkmak için fırsat vermemesi yüzünden. Fakat aynı zamanda bir kendine güven sorunu olduğu da açık. Bununla birlikte göze fazla çarpmayan değişiklikler de var.



Takımlar Leicester’a karşı farklı oynuyor


“Rakipler artık Leicester City’nin topla oynamasına memnuniyetle izin veriyor,” diyor Leicester Mercury adına ESPN FC ile yazışan James Sharpe. “Leicester, 2-1 kaybettiği Watford maçında topa %55 oranında hakimdi ancak rakip 11 kişiyle topun arkasına çekilince ceza sahasına top şişirmekten başka bir şey yapamadılar.”

Bu istatistik geçtiğimiz sezon ortaya çıkanla keskin bir zıtlık gösteriyor. Geçen sezon Premier Lig’de topa sahip olma oranlarında 18. sırada bulunan Leicester City sezon boyunca ortalama %44.8 topa sahip olma yüzdesiyle oynamıştı. İstatistikler sizi yanlış yönlendirebilir ancak bu Leicester’ın oyun planının çok kritik bir parçasıydı: rakibin topa sahip olmasına izin ver, sonra kontra atak ile vur.
Bu tespit ayrıca Şampiyonlar Ligi’ndeki rakiplerinin onlara karşı oynadığı futbola da uygun görünüyor. “Avrupa’daki en iyi takımlar daha çok topa sahip olarak oynuyorken biz daha kontra atak stiline yatkınız.” diyor Morgan. Leicester bu turnuvada çok daha mutlu görünüyor ve beş maçtan dördünü kazanmış durumda, hem de yalnızca bir maçta topla rakibinden fazla oynayarak.

Bu -topu Leicester’a bırakma taktiği- her maçta olmuyor ama açıkça da görülüyor ki rakiplerin Leicester’a karşı uyguladığı genel taktik bu. Tekrar edersek, Leicester bu taktiğe benzer stratejilerle geçen sezon da karşılaştı ama bunu aşmak için yollar buldu, özellikle beş maçı üst üste 1-0 kazandıkları dönemde. Bazı maçlarda şans yanlarında oldu, bazı maçlarda ise internetin sinirli köşelerinde konuşulanları dikkate alırsanız, hakem kararları yanlarında oldu. Bunu söylemek kolaya kaçmak gibi görülebilir ama bazen futbol gibi kaotik bir sporda bu tarz şeyler olur.

Yine de, İngiltere’de yaşadıkları sıkıntıların yanında Şampiyonlar Ligi’nde mükemmel performans sergiliyorlar. Avrupa’da takımları gafil avlamak daha kolay olduğu için olabilir mi?

“Şampiyonlar Ligi’nde neden iyi olup Premier Lig’de olmadığımızı kesin olarak açıklayacak bir cevap yok...” – Wes Morgan


Leicester City psikolojik olarak Premier Lig’i önemsiz hale mi getirdi?


Leicester kıtasal turnuvanın yeniliğinin cazibesine kapılıp yerel meselelerden daha çok mu odaklanıyor? “Hiç de değil,” diyor Morgan. “Biz, bizi Şampiyonlar Ligi’ne neyin getirdiğini anlıyoruz, bu açıdan düşünürseniz Premier Lig’in bizim için daha da önemli olmasını beklerdiniz.”

Yine de teknik direktörün hareket ve sözleri bize biraz daha farklı bir hikaye anlatıyor. Ranieri düzenli olarak önemli oyuncularını Avrupa maçlarını düşünerek dinlendirdi, göze çarpan bir örnek olarak FC Kopenhag ile oynamadan önceki Chelsea maçında Mahrez’i yedekte bıraktı ve bu kararının sebebini açıklarken de az çok buna değindi.

“Premier Lig bir yıl sürüyor Şampiyonlar Ligi iki ay, varsın ya da yoksun. Biz Şampiyonlar Ligi ya da Avrupa Ligi’nde eleme turlarına kalmak istiyoruz. Bunu başarmak için bütün oyuncularınız fit olması gerekiyor ve ben bazı oyuncuları Salı gecesine saklamayı tercih ediyorum.” dedi.
Aslında bu sürpriz değil: geçen sezon şampiyonluk yakınken ancak Şampiyonlar Ligi garantilenmişkten, Ranieri neredeyse şampiyonluk ihtimalinden çok Şampiyonlar Ligi’ne gidecek dört takımdan biri olduklarına seviniyordu.

İtalyanın yaklaşımı değişmedi: Kendisi hala Premier Lig’in babacan tavırlı büyükbabası, maçtan önce basın toplantısında bulunan her basın mensubuyla el sıkışma huyu da devam ediyor. Ancak onun öncelikleri değişti: Bu adam Şampiyonlar Ligi ile yarım kalan bir işi olan bir adam.

Daha fazla maç oynanması etkisini gösteriyor ve Ranieri’nin takımla oynamasına sebep oluyor


Ortada ayrıca Leicester’ın bu sezon daha fazla maçla başa çıkması gerektiği gerçeği var. Geçen sezon iki yerel kupadan da dördüncü turda elendiler, bu da onlara Ocak ayından sonra tamamen lige konsantre olma şansı verdi. Başka bir yerde uzun uzun yazılmış olabilir ama Premier Lig’in zirvesinde bulunan Chelsea ve Liverpool’un bu sezon uğraşacak bir Avrupa fikstürlerinin olmaması sürpriz olmasa gerek.

Takımı farklı farklı baskılar ve yüklerle başa çıkabilmek için güçlendirmek zorunda kalmaları da etki etti: Geçen sezon Leicester’ın maç kadrosunun açıklanması her haftasonunun en sıkıcı olayıydı. Cezalar ve sakatlıklar dışında her zaman kimin oynayacağını biliyordunuz.

Bu dönem, daha fazla seçenekle, Ranieri takımla oynamaya başladı ve , ESPN FC’nin Leicester bloggerı Ben Jacobs’a göre, ideal 11ini biliyor gibi gözükmüyor. “Bazı yeni oyuncular geldi, geçen sezondan bazı oyuncular gitti, bu yönden takım dinamikleri biraz değişti.” diyor Wes Morgan.


N’Golo Kante’nin kaybedilmesi kilit etken


Peki rakip oyuncular ne düşünüyor? Onların fark ettiği belli bir sebep var mı?

“Büyük, çok büyük farklılık N’Golo [Kante, yaz transfer döneminde Chelsea’ye satıldı],” diyor Yohan Cabaye, Crystal Palace orta saha oyuncusu. Leicester’a 3-1 yenildikleri maçta gol atan isim ESPN FC’ye konuştu. “Şimdi çok iyi oyuncuları var, herkese saygı duyuyorum, ancak N’Golo onların esas adamıydı ve düzenlerini koruyan isimdi, takımı da gerçekten güçlü tuttu. Ligi kazanmalarına elbette yardımcı oldu. O ayrıldığından beri belki onlar için bu sezon sağlam olmak daha zor oluyordur.”

Nampalys Mendy, en azından kısmen Kante’nin boşluğunu doldurmak için transfer edilen isim, Ağustos ayından beri sakat. Onun yokluğunda Daniel Amartey’e dolduracak çok boşluk kalıyor. Bütün kalitesine rağmen Amartey tek kişiden ibaret, Kante ise her zaman oyunu iki kişiymiş gibi kontrol ediyordu.


Leicester hedef tahtasında


“Biz şampiyonuz ve herkes şampiyonu yenmek istiyor.” – Wes Morgan


“Bizi daha çok yenmek istedikleri için ekstradan bir %10 performans ortaya koyup koymadıklarını bilmiyorum ancak kesinlikle daha zor oluyor,” diyen Morgan “Diğer takımlar da kesinlikle gelişti, geçen sezon o kadar iyi oynamayan büyük takımlar şimdi zirve için çekişiyor ve tepede gerçek bir savaş olduğunu görebiliyorsunuz.” diye ekliyor.

Simpson katılıyor. “Diğer takımların Leicester’ı yendiklerinde gösterdikleri reaksiyonlar gerçekten çok şey söylüyor,” Wes Morgan’ın teorisi ESPN FC’de dillendirildiğinde bunları söyleyen Simpson “Onlar şampiyonu yenmek istiyorlar, ve evet, belki biraz daha fazlasını ortaya koyuyorlar. Ayrıca King Power’a kaybedecek hiçbir şeyleri olmadan geliyorlar.”


O kadar iyi bir sezondan sonra bu gayet normal


Leicester’ın tökezlemesini açıklayacak birçok sebep var, yine de hepsini süzgeçten geçirsek muhtemelen tek bir sebebe bağlanabilir. Geçen sezon her şey yolunda gitti ve bu kadar hassas bir dengeyi sarsmak için yalnızca birkaç değişkenin oynaması yeterli. Bu sefer, normallik geri döndü; özgüven ve kaçınılmaz sonuçlar açısından, sanki onları doğru yöne iten bir ilahi güç gitmiş gibi.
Ranieri haftasonunda, “Geçen sezonu hatırlıyorlar, herkesin iyi oynadığı ve denedikleri her şeyin iyi sonuçlandığı zamanları, ama bu yıl kafa yapımızı yenilemeliyiz.” dedi.

Belki Leicester’ın bu yıl tökezlemesi önemli değildir. Belki 2015-16 sezonunun şanını daha da arttıracaktır; kısa fakat parlak yanan bir yıldız.

“Takımımdaki çoğu oyuncu geçen sezon başardığımız şeyi hayal etmemişti ve bunu kolay kolay unutmayacağız...” –Wes Morgan


“Geçeen sezon arkama bakmak zorundaydım ve bu sebepten sürekli 40 puan, 40 puan, 40 puan dedim [hedef puandı],” dedi Ranieri geçtiğimiz hafta. “Bu sezon 40 puan dediğim zaman insanların çoğu gülüyordu. Ama ben ne olabileceğini biliyordum. Leicester’a bu yıl olanlar normal.”



Bu çeviri artemiofranchi.org dışında kaynak gösterilse dahi izin alınmaksızın yayınlanamaz.

29.11.2016

Montella’nın Milan’ına Taktiksel Bir Bakış



AC Milan Avrupa’nın en köklü kulüplerinden bir tanesi. Kulübün sahip olduğu kaliteyi yalnızca kendi tarihi geçebiliyor. Son birkaç yıldaki felaket yönetim sayesinde AC Milan’ın futbol dünyası için ne kadar önemli bir kurum olduğu kolayca unutuldu.

Bu, 18 Serie A şampiyonluğu ve 7 Avrupa Kupası sahibi olan bir kulüp. Bu, futbola Franco Baresi ve Paolo Maldini’yi vermiş bir kulüp. Yıllar boyunca Marco Van Basten, Ruud Gullit, Frank Rijkaard, Marcel Desailly, Zlatan Ibrahimovic, Andriy Shevchenko, Andrea Pirlo, Alessandro Nesta, Kaka, Ronaldo, Rivaldo, Ronaldinho ve Rui Costa gibi isimlerin ilk 11inde sayıldığı bir kulüp. Arrigo Sacchi, Fabio Capello ve Carlo Ancelotti’yi teknik direktörü olarak çağırma şansına erişmiş bir kulüp.

Bu, tepeden tırnağa büyüklükle bezenmiş bir kulüptü. Efsaneler inşa etmekle bilinen bir kulüptü.
Ancak daha sonra çatlaklar belirmeye ve imparatorluk sarsılmaya başladı. Kötü yatırımlar daha da kötü teknik direktör seçimleriyle beter edildi ve korkunç bir döngü başladı. Milan göz açıp kapayıncaya kadar Serie A şampiyonluğuna oynayan bir takımdan, bir orta sıra takımına dönüştü. Son üç sezondaki lig sıralaması sırasıyla 8, 10 ve 7 oldu. Massimiliano Allegri’nin Ocak 2014’te kovulmasından bu yana San Siro’da tam altı farklı teknik direktör görev yaptı.

Şu sıralar Milan’ın dümeninde bulunan isim ise Vincenzo Montella. Montella’nın 2012-2015 arası yönettiği Fiorentina, tartışılabilir olsa da İtalya’da lider Juventus’tan sonraki en iyi futbolu oynuyordu.  Topa sahip olma üzerine kurulu bir futbol oynayan takımı futbolun en saf halini yansıtıyordu. Montella, Milan’ın başına geçtiğinden beri çoğu kişi, halihazırdaki kadronun Fiorentina’da o kadar başarılı olmasını sağlayan futbolun aynısını oynayıp oynayamayacağını sorguladı.

Montella, oyuncuları istediği gibi kullanmaya alışmış bir teknik adam. Milan’da, güzel futbol gitmişti ve yerini pütürlü, çirkin ve aç bir stil almıştı. Montella işin temeline döndü. Kontra atak yapmadan önce işleri geride sağlam tutmaya çalıştılar. Bu seferki Milan’ın elinde en iyi oyuncular yok ancak onlar Montella’nın alfa olduğu bir kurt sürüsü gibiler.

Yeni Milan Sistemi



Geçtiğimiz sezon Milan ilk olarak elmas dizilimli 4-4-2 kullansa da zaman zaman klasik/düz 4-4-2’ye döndüler hatta 4-5-1 ile de flört ettiler. Ancak Montella’nın Milan’a gelişinden beri tutarlı bir şekilde 4-3-3 dizilimiyle oynuyorlar.

Yukarıdaki resim nasıl dizildiklerini gösteriyor. 17 yaşındaki Gigi Donnarumma kalede başlıyor, devamında soldan sağa şekilde savunmada Matteo De Sciglio, Alessio Romagnoli, Gabriel Paletta ve Ignazio Abate yerleşiyor. Orta saha 18 yaşındaki Manuel Locatelli, Juraj Kucka ve Giacomo Bonaventura’dan oluşuyor. İleride tercih edilen üçlü ise düzenli olarak Suso, Carlos Bacca ve M’Baye Niang’dan oluşuyor.


Milan, defanstaki Alessio Romagnoli’nin topla oynama ve pas becerilerinden yararlanmak üzerine kuruluyor. Üstteki resim, oyuncuların bir aut atışında oyunu geriden kurmak için nasıl yerleştiklerini gösteriyor. Gördüğünüz üzere stoperler ceza sahasının kenar çizgilerine açılırken bekler ileri çıkıyor. Ayrıca Locatelli biraz geriye gelerek iki kanatla da pas üçgeni kurabilecek bir pozisyona geçiyor. Milan oyuncularını rakibin pres yapma denemelerine karşılık merkezde boşluk yaratacak şekilde yaymaya çalışıyor.

Roma’dan 25 milyon euro karşılığında gelen Romagnoli, her 90 dakika için ortalama 52.2 pas ile oynarken bu pasların %86.8’ini başarıyla yerine ulaştırıyor. Milan’ın derinden oyun kurma planında en önemli eleman.


Bir üstteki fotoğraf ise Milan’ın kendi sahasında savunma yaparken aldığı şekli görüyoruz. Dört defans oyuncusunun çizgi şeklinde dizildiğini rahatça görebiliyorsunuz, Locatelli yine en derindeki orta saha oyuncusu olarak dizilirken Kucka ve Bonaventura biraz ilerde duruyor. Beyaz halka içine alınmış Suso ve Niang savunmalarına destek olmak için daha geriye geliyorlar. Milan’ın savunmada efektif bir şekilde topun gerisinde üç çizgi halinde, yoğun ve dar alanda yerleştiğini fark etmişsinizdir. Alana hakimiyet kuruyorlar ve rakibi kanatlara inmeye zorluyorlar.


Burada Milan’ın şeklini herkes yine rahatça görebiliyor. Bu resimde Suso ve Carlos Bacca’nın rakibi geriye kadar takip ederek topu kapmaya çalıştıklarını görebiliyorsunuz. Bahsi geçen Suso, Liverpool’da taktiksel anlamda lüks ve yeterince çalışmadığı söylenen Suso. Montella’nın felsefesini kabullenmiş durumda ve hücum görevlerini yerine getirdiği kadar savunma görevlerini de yerine getiriyor. Resimde, Milan’ın rakip onların yarı alanına girer girmez nasıl alan sıkıştırdığını görebiliyorsunuz. Bu örnekte topun gerisinde yedi Milanlı var. 13 lig maçında 17 gol yiyen takım, savunmasıyla ünlü eski Milan takımları kadar savunmada yıkılmaz değil ancak Montella takımına disiplin ve yapı kazandırmayı başardı, bunu takım şeklinden görebiliyorsunuz.



Üstteki iki resimde Milan’ın rakip geriden oyun kurmaya çalıştığında rakibi nasıl kontrol altına almaya çalıştığını görüyoruz. Suso ve Niang diğer iki ileri orta saha oyuncusuyla birlikte çizgi oluşturmak için geriye geliyor ve Milan neredeyse 4-1-4-1 dizilişini alıyor. Orta sahalardan biri ya da ikisi birden Bacca’yla birlikte rakibe baskı uygulamak için ileri çıkıyor. Locatelli ve savunmanın presin aşılarak rakiple karşı karşıya kalmaması için Suso ve Niang’ın ikisinin de savunma sorumluluklarını görmezden gelmemesi çok önemli. Bu iyi oturmuş bir sistem.



Milan’ın oyun kurma aşamasında Montella’nın yaratıcı tarafına dair ilginç bir gözlem yapılabilir. Yukarıdaki bu resimde üç kişilik orta saha beyaz çizgilerle birleştirilmiş durumda. Mario Pasalic normalde bir bekin olacağını düşündüğünüz pozisyonu almış durumda. Dar alanda iyi top sürebilen orta saha oyuncusu, Milan’ın geriden oyuna çıkabilmesi için önemli bir şans sunuyor. Aynı zamanda De Sciglio’yu geri çekilmeye zorlayarak sol hücum oyuncusu Niang’ın ortaya yaklaşıp Bacca’yı desteklemesine olanak sağlıyor. Bu Milan’ın orta saha oyuncularını oyuna katabilmek için iki kanatta da uyguladığı bir taktik.

Bu geçen yılın Milan’ı değil ve Montella takımı doğru yönde yeniden inşa etmek istediğini devamlı söylüyor. Umutlarını yıldız oyunculara bağlamıyor, onun yerine Avrupa’ya katılmaya çalışırken bir yandan da takım kurmaya çalışıyor. Şimdiye kadar işler iyi gidiyor, Montella’nın favori hücum üçlüsü Suso, Niang ve Bacca toplamda 13 gol atarken orta saha üçlüsü Locatelli, Bonaventura ve Kucka 5 gol attı. Golleri paylaştıkları gibi savunma sorumluluklarını da paylaşıyorlar. Bu sezon halihazırda Juventus’u yenmiş durumdalar ve şu an (26 Kasım 2016) itibariyle Serie A’nın üçüncü sırasında bulunuyorlar. Juventus’un 7 puan gerisinde ve ikinci sıradaki Roma’nın averajla hemen arkasında. Montella’nın yeni görünüşlü Milan’ı gelecek sezon Avrupa’da olabilir.

Bu yazının orijinali footballwhispers.com adresinde yayınlanmıştır.


Bu çeviri artemiofranchi.org dışında herhangi bir yerde, kaynak gösterilse dahi izinsiz yayınlanamaz.

Arsene Wenger'in Genç Oyuncular Hakkındaki Endişeleri


Arsene Wenger, genç futbolcuların günümüzde yaşadığı baskılar ile bugünkü futbol çevresinin ve eğitim şeklinin* gençleri hazırlamak için ideal olmadığı konusunda bir tartışma başlattı.

*Orijinal yazıda geçen “hothousing” kavramının doğrudan Türkçe karşılığı yok, bir konu hakkında öğrenciye aşırı bilgi yüklemeye dayanan bir eğitim türü olarak geçiyor, kısaca bilgi yüklemesi diyebiliriz.

“Günümüzde genç takımlarda uygulanan modern eğitim hakkında çok soru var,” diyen Wenger “Oyuncuları çok mu erken uzmanlaştırıyoruz? Onlara erkenden çok fazla antrenörlük yapıp yeterli özgürlüğü vermiyor muyuz? Onları diğer sporlardan çok mu erken izole ediyoruz? Futbolcular diğer sporları erken yaşta deneyip orada kazandıkları yetenekleri futbola aktarmamalılar mı? Onları normal bir sosyal yaşamdan çok mu erken izole ediyoruz?”

“Başarı oranlarını bildiğimiz takdirde; onlar için 16 yaşında normal bir okula gidip okul sonrası antrenmanlara katılmaları, bütün gün sadece profesyonel futbol hayatına tabi tutmamızdan daha iyi olmaz mı?”

“Fransa’da genç futbolcuların %12’sinin hayatını ilk dört ligde futboldan kazandığını biliyoruz. Bu geri kalan %88’in her gününü profesyonel futbolcu gibi yaşasa da geleceği olmadığı anlamına geliyor.”

“Diğer bir soru da ebeveynleri nasıl yönettiğimiz çünkü çok fazla beklentileri var ve çocuklar üstünde çok baskı oluşturuyorlar. Çocuklar çok ufak yaşta başarılı olmaları için baskı altına alınıyorlar ve her sabah başarısız olma korkusuyla uyanıyorlar.”

Wenger kendi çocukluğu ile bugünkü genç bir futbolcunun hayatını kıyaslıyor ve zıtlığa dikkat çekiyor. Babası ona çocukken her gün okulda gününü nasıl geçirdiğini sorarken, günümüzde gelecek vaadeden bir futbolcunun babasının “İyi antrenman yaptın mı? Antrenörün ne dedi?” gibi sorular sorduğunu söylüyor.

“Benim için futbol oynadığımız zamanlar mutluluk demekti – haydi eğlenelim. Futbolu can sıkıntısının zıttı olarak kabul ederek oyuna karşı bir tutku geliştirdim. Bugün ise baskı futbolun üstünde ve içinde. Hem de gençliğin ilk aşamalarından itibaren. Bugün çocuklar futbola dokuz, on, onbir, oniki yaşlarında başlıyorlar. Bu durum birçok soru yaratıyor ve cevabın bende olduğunu söyleyemem. Fakat ben normal hayatınızı ne kadar fazla yaşarsanız o kadar iyi olduğunu düşünüyorum.”

Wenger her zaman genç oyunculara şans verilmesini savunan biri oldu ve hiçbir zaman gerekli yetenekle olgunluğa sahip olduğuna inandığı oyunculara seviye atlatmaktan çekinmedi. Monaco’daki genç Thierry Henry ya da Arsenal’de ergenliğini geçiren Cesc Fabregas bunun kanıtları. Ancak Wenger futbolun günümüzde çok erkenden çok fazla baskı yaratan bir ortama dönüştüğünden endişe duyuyor.

Liverpool yakın zamanda genç profesyonel oyuncuları için bir maaş sınırı belirlediğini, 17 yaşındaki oyuncuları için en yüksek maaşın yıllık 40.000 pound olacağını açıkladı. Bunun amacı genç oyunculara daha normal bir yaşam sunmak olsa da en göze çarpan oyuncuların hala öğreneceği çok şey ve edinecekleri çok tecrübe var. Geleceğin en aranan oyuncusu olabilmek için rekabet çok çetin geçerken, büyük resme baktığımızda stresten uzak kalırken normal hayattan uzak kalmamak genç oyuncular için kuraldan çok istisna olarak kalıyor.

Wenger genç futbolcuların gelişimi ve onlara sağlanan fırsatlarla ilgili daha kapsamlı bir tartışmanın yapılması gerektiğine inanıyor. “Bütün sistem sorgulanmalı.” diyen Wenger “En iyi oyuncuların en büyük kulüplere gitmesini sağlayan bir sistem organize ettiler ama oyuncular bu en büyük kulüplerde futbol oynama şansını her zaman bulamıyorlar.” diyor.


Bu yazının orijinal hali The Guardian’da yayınlanmıştır.

Bu çeviri, artemiofranchi.org dışında herhangi bir yerde kaynak gösterilse dahi izinsiz yayınlanamaz.

14.07.2016

Euro 2016 - Turnuvanın Ardından



Merhabalar. Turnuva biteli 4 gün oldu ve ben yarıfinal ve finali yazma işini tamamen pas geçtim. Bunun sebebi Almanya'nın Fransa'ya elenmesi gibi görünebilir ancak alakası yok, sonuçta Löw'e satırlar dolusu saydırma imkanı çıkmıştı. İşin içinde bolca üşengeçlik, biraz bayram gezme tozması, biraz Pokemon kovalama vardı. Turnuvada da oluşan "bitse de kapatsak artık" havası, maçları "bu kadar izledik, sonunu da görelim" diye izlememe neden oldu.

Portekiz'i tebrik ediyorum. İnsanlar "90 dakikada 1 galibiyet alarak şampiyon oldular" diyerek eleştiriyor ama madalyonun öteki tarafına bakarsak "hiç yenilmemiş" bir takım var önümüzde. Kura şansı vardı derseniz haklısınız, bu benim de katıldığım bir nokta. Bir tarafta İtalya-İspanya, İtalya-Almanya, Fransa-Almanya eşleşmeleri varken Portekiz grup üçüncüsü olarak yoluna devam etmesine rağmen Hırvatistan, Polonya ve Galler ile oynadı. Bu takımları küçümsemek gibi bir niyetim yok, Galler'i bol bol övdüm burada, Hırvatistan'ı da övdüm hatta elenmelerine çok şaşırdım, Polonya'yı çok da övmemiş olabilirim ama bu budur yani. Terazinin bir tarafı ağır basıyordu.

Fransa onlardan beklediğim futbolu İzlanda maçında oynadı, diğer maçlarda bazı bölümlerde oynayarak finale geldi. Deschamps'ın garip tercihleri, taktik anlayışı bir türlü oturtamaması, Griezmann'a uygun bir taktiği geç akıl etmesi (ki buna rağmen gol kralı oldu) gibi etkenler turnuvada final oynamış ama arzulanan futbolu verememiş bir Fransa ortaya çıkardı. Bu takımda bir teknik direktör değişikliği her şeyi çözer yemin ediyorum.

Sevdiğim için Almanya'yı da kısaca değerlendirmek istiyorum. Gomez'in turnuvayı kapattığı açıklandığında Fransa maçı için olan ümidim yüzde seksenlerden yüzde ellilere düşmüştü. Löw'ün garip bir "Messi'nin olmadığı ama Messi varmış gibi (Götze) oynanmaya çalışılan" taktiğine dönüş yapacağını bekledim. Gitti ortaya Müller'i aldı. Müller ki çok sevdiğim bir futbolcudur, insanlar zevk vermediğini, estetik futbol oynamadığını savunuyor, ben ise onda bunu bir futbol karakteri olarak görüyorum. Evet futbolcuların bireysel özelliklerinin takım oyunu adı altında çok kısıtlandığını savunuyorum, eskisi kadar fazla güzel hareket izleyememekten yakınıyorum vs. . Müller de dümdüz oynuyor belki ama bunu o kadar zekice ve efektif yapıyor ki sanki saha içinde bir robot izliyor gibi hissediyorum, saha dışında bambaşka renkli bir kişilik zaten, nadir olması onu izlemeyi zevkli kılıyor. Gel gör ki bu turnuvada yokları oynadı, yokları oynadıkça da Löw inatla oynatmaya devam etti, Fransa maçında kendisinin yanında Podolski oynar mıydı, bence oynardı. Onun yerine garip bir 4-5-1 ile Fransa karşısına çıkıldı. Biraz hakemin denyolukları biraz Schweinsteiger'in aşka gelip topu tokatlaması derken aslında kazanılabilecek maç kaybedildi. En son Leroy Sane isimli 20 yaşındaki arkadaşımızın sahada koşturup sürekli top kaçırdığını hatırlıyorum orada Löw'e söverken bayılmışım. PODOLSKI NET OLARAK SKORA KATKI VERİRDİ.

Turnuvayı genel olarak özetlemek istiyorum ama aklıma sürekli ızdırap gibi geçen grup aşaması geliyor. 24 takım yerine 32 takım olsaydı ve gruplardan sadece 2 takım çıksaydı bu ızdıraba şahit olmazdık gibime geliyor. Üçüncülük için yapılan averaj hesapları, bir galibiyet alan takımların "tamam bitti bu iş" moduna geçmeleri, gol yiyen takımın "dur ikiyi yemeyelim" diye oynaması, beceriksiz forvetler manasız taktikler derken leş gibi bir turnuva izledik. Yıldız oyuncuların da (ne kadar yıldızsa artık) çoğu kafa olarak burada değildi.

Takım olarak en büyük hayalkırıklığı: İngiltere, tamam önceki turnuvalarda da hep patlıyorlardı da yani işte... insan belki oynarlar diye bekliyor.

Oyuncu olarak en büyük hayalkırıklığı: Pogba. İlk Fransa maçlarında sırf onu izlemek için bir hevesle kuruldum ama yok. Deschamps'ın da etkisi var ama kendisi de kayıptı.

En kötü maç: O kadar kararsız kaldım ki... İngiltere-Slovakya ya da Portekiz-Hırvatistan. Seçin beğenin alın.

En kazma forvet: Haris Seferovic.

En manasız hareket: Yerde yatarken topa kafa vuramayacağını idrak edip Lorik Cana'nın topu tokatlaması.

En kötü teknik direktör: Roy Hodgson.

En güzel maç: Portekiz-Macaristan. Sadece bol gol olduğu için değil, son 20 dakikaya kadar takımlar maçtan kopmayıp, sürekli maçı istedikleri için.

En iyi oyuncu: Bunun çok adayı var aslında, istatistiklere sığınıp Griezmann diyorum.

En iyi teknik direktör: Antonio Conte. Penaltılarda şebeklik yapan oyuncuları olmasa turnuva senaryosu çok farklı olabilirdi. Bu ne biçim İtalya diye burun kıvırılan takıma taş gibi bir futbol oynattı. E İzlanda da taş gibi oynadı diyebilirsiniz haklı olarak, Halgrimsson'un eksiği neydi ya da Fernando Santos kupayı aldı o niye olmadı da diyebilirsiniz. Biraz kişisel bir tercih elbette ama şunu da göz önüne alın, yazıyı İtalya'dan hazzetmeyen birisi yazıyor ve Conte'yi seçiyor...

En eğlenceli taraftar: İrlanda elbette. Will Grigg's on Fire!

Burada yazdıklarımı okuyan, fikir belirten herkese çok teşekkür ediyorum. İsterdim ki daha güzel, daha detaylı şekilde oynanan futbolu analiz edebileyim, biraz ufuk açıcı yazılar yazayım ama o yetenek bende yok. Daha eğlenceli bir turnuvaya şahit olsak ben de o coşkuyla daha goygoyla dolu daha eğlenceli yazılar yazardım gibime geliyor. 2018'de görüşmek üzere demiyorum çünkü ben galiba futboldan ümidimi kestim. (2018 Mayıs'ında gün saymaya başladı)

4.07.2016

Euro 2016 - Çeyrek Final

Öncelikle son 16 turundaki maçları tembelliğim ve yazının ülkemizdeki terör saldırısının üstüne denk gelmesiyle pas geçtiğimi belirtme ihtiyacı hissettim. Kimseye bir faydası olmayacak ama buradan da hayatını kaybedenlere rahmet, kalanlara sabır, sağlık ve mümkün olduğu kadar dilemek istiyorum.

Son 16yı kısaca özetleyerek geçiştirmiş olayım:

-Bir bilinçle, plan dahilinde, sonuna kadar zorlayarak oynayan İzlanda'nın iyi oynayacaklarını beklediğim için yüzümü kara çıkartan İngiliz yıldızlar(!) topluluğunu elemesi en büyük olaydı. Hodgson'ın saçma sapan oyuncu tercihleri, yenikken oyuna müdahale etmek yerine en hafif tabirle mal mal maçı izlemesi İngilizlerin yine bir turnuvaya erken veda etmesine sebep oldu. Brexit mevzusunun üstüne gelince de şakalar komiklikler aldı yürüdü.

-Hırvatistan-Portekiz maçı 115 dakikalık bir ızdırap festivaliydi.

-Belçika'nın iyi gününe denk gelen Macaristan turnuvadaki en farklı yenilgiyi alarak elendi ve şahsımı üzdü.

-Almanya'da Löw'ün sonunda Götze'yi kesmesi, Draxler'in dahil olduğu bir sistemle Gomez'i öne atması meyvesini verdi ve Slovakya'yı rahat geçtiler.

-Polonya-İsviçre keyifli geçen bir maç oldu ama yıllar sonra kimin kimi elediğinden çok Shaqiri'nin efsane rövaşata golü hatırlanacak.

-Galler, Brexit tantanası içinde Kuzey İrlanda'yı kendi futbolcusuna kurban edip erkenden eve yolladı ve Fransa'da kalan tek Ada ülkesi oldu.

-İrlanda, Fransa maçı umutlanıp hayalkırıklığı yaşadığım bir maç oldu. Fransa'nın güzel ve baskılı oyununu sadece gole ihtiyacı varken izleyebildiğimizi gördük. Hayır Deschamps hocam madem bu takım oynayabiliyor illa 1-0 geriye mi düşmen gerek?

-İtalya-İspanya maçında en çok şaşırdığım nokta İspanya'nın aşırı verimsiz oynamasıydı. Tamam İtalyanlar da sahayı ve oyunu müthiş bir şekilde domine ettiler ancak İspanya'nın hiçbir şey yapamaması inanılmazdı. 2014'ten sonra saltanatlarının bitişi tekrar tescillenmiş oldu.

Çeyrek Final

Polonya (3) 1-1 (5) Portekiz
Tanrım yürü ya dedin yürüyoruz bakalım.

Turnuva devam ettikçe maçlarda dikkatim daha çabuk dağılmaya başladı, bir de yazıyı maçın ardından değil iki üç gün sonra yazınca aklımda pek bir şey kalmamış oluyor. Bu maçtan da aklımda kalanlar Polonya'da Lewandowski'nin 2002'deki Hakan Şükür gibi turnuva boyunca şans bulamayıp en sonunda maçın hemen başında gol atması, Ronaldo'nun kendini ve takımı heder etmesi, Renato Sanches'in maç boyunca gösterdiği harika performans.

İkinci yarı ve uzatmaları gerçekten pek hatırlamıyorum, sadece parça parça Ronaldo'nun ıskaladığı, kaçırdığı toplar ve goller var. Portekiz maçı daha erken koparabilecekken bu pozisyonlar yüzünden uzatmalara oradan da penaltılara kadar gitti. Arada da sahaya dalan bir seyirci vardı.

Penaltılarda da aslında herkes tıkır tıkır gol atmaya başlayınca 10-9 civarı bitecek mi diye düşünüyorduk ama Polonya'yı önceki maçlarda taşıyan Kuba penaltıyı kaçırınca evlerine dönmek zorunda kaldılar. Portekiz 5 maç sonunda 90 dakika içinde galibiyet alamamış bir takım olarak yarıfinali görmüş durumda. Oyun tarzları 2004 Yunanistan ile alakasız ama onlarla kıyaslanıyorlar. Bazı bölümleri kötü oynuyorlar ama daha çok şanssızlık var, Ronaldo'nun kendini ispat etme çabasının getirdiği olumsuz etki var. Maç içindeki şanssızlıkları devam edip maç sonu şansları devam ederse garip bir şampiyonluk serüvenine şahit olabiliriz.

Galler 3-1 Belçika

Sağı solu belli olmayan, Macaristan'a 4 atan muhteşem(!) Belçika'nın maçın başında yine bir Nainggolan füzesiyle öne geçmesi "underdog ama gururlu" Galler'in hikayesinin sonu mu diye düşünmemize sebep oldu. Ancak Galler tıpkı İzlanda gibi kadar oturmuş ve inanmış bir takım ki (üstüne Bale var Ramsey var hatta Joe Allen var) oyun planlarını hiç bozmadan maça devam ettiler. 30. dakika civarında Ashley Williams'ın uyuyan Belçika savunması arasında parkta gezer gibi yaptığı kafa vuruşu ile maça tekrar ortak oldular. Üstüne Denayer'den çok kötü bir maç gelince Belçika'ya daha fazla zorluk yaratmaya başladılar. İkinci yarının hemen başlarında Belçika yine kendine gelip üst üste birkaç pozisyon yakaladı ama değerlendiremedikleri için cezalarını Robson-Kanu izlemeye hasret kaldığımız tarzda bir forvet golüyle verdi. Altıpasın oralarda tek hamlede topa basıp çekip bütün Belçika savunmasını düşürmesi ve temiz son vuruşu maçın en güzel anıydı.
Rönesans tablosu gibi diyebilir miyiz?

Galler, golü yedikten sonra panikleyen Belçika'ya karşı daha fazla üstünlük kurdu. Wilmots'un da oyuna düzgün müdahale edememesi, zaten sorgulanan teknik direktörlük becerilerinin -altın kadro denen takımın iki turnuvada ittire kaktıra çeyrek final görüp elenmesi- pek de ortada olmadığını gösterdi. 85te de fişi çeken Vokes oldu, düzgün bir kafa vuruşuyla Galler'in yolculuğuna devam edeceğini ilan etti.

Galler yarı finalde Portekiz'in karşısına çıkacak bildiğiniz üzere ve Ramsey'in cezalı olması ciddi bir kayıp oldu onlar için. Ayrıca Bale ve Ronaldo'nun karşı karşıya gelecek olması maça farklı bir güzellik katıyor.

Almanya (6) 1-1 (5) İtalya

Satırlarıma Artemio Franchi isimli bir blogda bu satırları yazabilmeme şükrederek başlıyorum. Turnuvalarda İtalyanlara tokatlana tokatlana bir hal olan, 2006da sevenlerine kendi evinde travma yaşatan Almanya sonunda ittire kaktıra da olsa İtalya'yı eledi ve üstündeki laneti kırdı.

Maç aslında Löw'ün 4-4-2 tercihinin getirdiği bir şaşkınlık dışında, ki insanlar ilk başta 3-5-2 sandı, beklendiği gibi başladı. Löw'ü buradan tebrik etmek istiyorum, sonunda bu takımın 4-4-2 de oynayabileceğini kabullendi. Kimmich'i sağ öne atıp arkasına Höwedes'i yerleştirerek İtalya'nın sol kanadına ekstra önlem aldı, bunu yaparken Draxler'i kesmek zorunda kaldı çünkü baklava şeklindeki 4-4-2 yerine Kroos-Khedira'nın ortada olduğu Mesut'un sola geçtiği bir 4-4-2 oynattı. Müller-Gomez'den başka forvette yapabileceği fazla seçim şansı yoktu ama Müller'in performansını da gördükten sonra ister istemez Podolski-Gomez nasıl oynardı diye merak ettim. İtalya'da taktik anlamda ya da oyuncu seçiminde bir sürpriz yoktu, bana göre gerek de yoktu çünkü İspanya karşısında sergiledikleri oyun, hala istediğini tam olarak bulamamış Almanya karşısında da işlerine yarayabilirdi.

Bu tip maçlarda genel oyun akışı bellidir, taraflar erken bir gol bulmak için bastırır. Bulan taraf oyunu ona göre kontrol etmeye çalışır karşı taraf da belli dakikalara kadar riske girmeden beraberlik arar. Gol bulan çıkmazsa iki taraf da rakibin hatasını kollar ya da bir oyuncunun yoktan gol var etmesini bekler. Maçta bunlardan ikisini  de karşılıklı gördük. Almanya'da Gomez sol kanattan o kadar güzel, o kadar etkili bir şekilde top getirdi ki golün Mesut yerine ona yazılmasına itiraz edilmeyebilirdi. Bu golden sonra İtalya'yı turnuvada ilk kez geriye düşmüş şekilde izledik ve açıkçası beklediğimden daha panik bir görüntü verdiler. Almanya ikinci gol için derli toplu, organize olarak üst üste hücum yaparken İtalya kendi sahasından çıkamadı. Fakat onların da beklediği can simidi Boateng oldu. Yandan gelen ortada bir albatros edasıyla -sanırım- Pelle'nin üstüne çıkmaya çalışırken top eline çarptı ve tartışmasız bir penaltı düdüğü geldi. İtalya'nın golünden sonra ise roller değişti ve maçın sonuna kadar daha sinik kalan taraf Almanya olurken İtalya galibiyet golü için bastırdı. Çabaları sonuç vermeyince uzatmaları izledik ki orada da Almanya'nın baskısı görüntüde kaldı ve ciddi bir pozisyon olmadı.

Böyle bir maç penaltılara gidince elbette herkes önce Gianluigi Buffon'a sonra Manuel Neuer'e baktı. Schweinsteiger'in para atışlarının ikisini de kazanıp tribün olarak İtalyan taraftarların önünü seçip ilk vuruşu İtalyanlara vermesi hakem Kassai de dahil herkeste "konuşulanı anlıyor mu?" sorusunu uyandırdı. Kendisi maçtan sonra daha önce kazandıkları ve kaybettikleri penaltıları düşünerek bu kararı verdiğini açıkladı, işe de yaradığına göre bir şey diyemeyiz. İlk penaltılar sıkıntısız geçildi, ikinci penaltılarda "badi badi" adımlarla topa gelip şov yapan  Zaza topu tribüne attı. Gomez sakatlanmasa maçı muhtemelen yedek kulübesinde tamamlayacak formsuz ve bitkin Müller ise Buffon'a hakaret eder gibi çok komik bir vuruş yaparak kaçırdı. Barzagli'nin atıp Mesut'un kaçırması İtalyanları umutlandırdı ama bir başka papıt şov Pelle gelip Neuer'e "atla atla hehehe" hareketi yapıp topu komşu şehre atınca durum Draxler'in penaltısıyla eşitlendi. Almanya maçı kazanmaya 5. penaltılarla çok ama çok yaklaştı, Bonucci'nin penaltısını Neuer kendinden bekleneni yapıp kurtarınca herkes Schweinsteiger'e baktı ama anladığımız kadarıyla penaltıları akıl oyunları kadar iyi olmadığı için o da kaçırınca iş ölüm vuruşlarına geldi. Fazla uzatmadan, üç penaltı sonra Darmian'ın penaltısını Neuer kurtarınca Hector bu sefer affetmedi ve Buffon'u da İtalya'yı da Almanya'nın makus talihini de yendi. HELAL OLSUN HECTOR HELAL OLSUN ALTIN YÜREKLİ ADAM, DEUTSCHLAND DEUTSCHLAND ÜÜB... öhöm. İhbin ihbin.
Tutanlar iyiydi de atanlar kötüydü.
Almanya İtalya'yı eledi ama çok önemli üç (hadi Khedira'yı da sayalım dört) oyuncusunu kaybetti. Schweinsteiger ve Khedira sakat, yarı finali kesinlikle kaçırıyorlar. Hummels cezalı. Esas sıkıntı Mario Gomez. Kendisi ne yazık ki turnuvayı kapattı. Oynanmaya çalışılan sistem için biçilmiş kaftanken, üst üste çok iyi performanslar verirken turnuvayı kapatması hem onun için hem de Almanya için büyük şanssızlık. Fransa karşısında ya Müller'in kendini toparlaması için dua edeceğiz ya da Löw taktik değiştirip 3 günde takıma oturtacak. Gomez'in rolünü doldurabilecek kimse yok ama Fransa'nın sıkıntılı savunmasına karşı kalabalık ve hızlı bir hücum oyuncularından kurulu bir plan işe yarayabilir belki.

İtalya'ya gelince kendilerine olan antipatimi daha önce birçok kez belirttim -Buffon'u kenara ayırıyorum- ama haklarını yemek de istemem. Conte önderliğinde harika bir futbol oynadılar, rölantide oynadıkları İsveç maçını kazandılar, tam rotasyonla çıktıları ve rakibin ölüm kalım maçı olan İrlanda maçını dahi Sirigu olmasa berabere bitireceklerdi. Herkesin favori gördüğü İspanya'yı tabir-i caizse paket yapıp yolladılar. Almanya maçında penaltılara Boateng olmasa gelemeyeceklerdi belki ama kendi oyuncularının şov düşkünlüğü olmasa şimdi Fransa'ya hazırlanıyor olacaklardı. Tebrik ediyorum.

Fransa 5-2 İzlanda

Üstünde fazla konuşamayacağım bir maç. İzlanda'yı küçümsediğim için değil ya da buraya gelmeleri şans işi olduğundan değil. Basiretsiz İngiltere'yi yenmeleri insanlarda fazladan bir umut yarattı ama Fransa kadro kalitesinin düzgün oyunla birleşince neler yapabileceğini hatırlattı. ASLINDA İZLANDA'NIN BAŞINA GELENLERİN SORUMLUSU DOKUNDUĞUNU YAKAN, UĞURSUZ DİLO TAYFASIDIR. İngiltere maçından sonra dünyanın dört bir yanından öyle bir şevkle İzlanda övülmeye başlandı ki Fransa'nın bu maça bilenmeden çıkması kaçınılmaz oldu. İlk yarıdan 4-0 ile maçı cebine koyan Fransa'ya karşı iki gol atmayı başaran İzlanda'nın buraya kadar gelmesi gerçekten muhteşem bir başarı ve şansın değil bir plan programın, çalışmanın sonucu. Yine de işin içine "Fransa kim ya İzlanda finale kadar çıkar" tayfa dahil olunca adamların en iyi yaptığı iş olan savunma oyunu bile çöktü. Bu kitle beni desteklese maça çıkmadan turnuvadan çekilirim o kadar diyorum. Neyse.

Fransa, Almanya karşısına şov yapmış olarak, ben artık oldum diyerek geliyor. Gruplardaki Fransa'dan çok daha farklı bir Fransa izliyoruz. Benim en sevdiğim taktik 4-4-2 olduğu için mi bilmiyorum ama Deschamps Fransa'ya sanki görüntüde 4-5-1e benzeyen bir 4-4-2 kurdu ve Griezmann'ı manasız manasız yerlere hapsetmek yerine Giroud'un arkasında serbest bırakarak verimine verim kattı. Tek sıkıntıları savunmanın ortasaha ve hücum gücüne kıyaslandığında zayıf kalması, Almanya'nın da final yolu buradan geçiyor.
BİZİ BİTİRDİNİZ BE DİLOLAR BİZİ BİTİRDİNİZ BE!

  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO