13.02.2017

Defter Arkası #2



İlk yazıdan bugüne geçen sürede üç film izledim. Başka “şunu yaptım güzel oldu” diye anlatabileceğim bir mevzu olmadı, yazarken aklıma gelir belki. Bu sebepten bu yazı sinema köşesi tadında olacak.

Hail, Caesar! : Hollywood’daki bir yöneticinin 27 saatini anlatan bu film beni oldukça eğlendirdi, güldürdü. Toplam olarak baktığınızda size farklı bir bakış açışı, bir farkındalık kazandıracağını sanmıyorum. Belki hikayenin bile düzgün bir sonuca bağlandığını söyleyemeyiz. Benim için önemli olan tempo, akıcılık ve eğlenceyi fazlasıyla verdi. Hobie Doyle rolündeki Alden Ehrenreich’ı çok başarılı buldum.

Lost in Translation: Bunu 2012 yılında izlemeye niyetlendiğimden beri hep ya üşendim ya başka bir şey oldu unuttum. En sonunda izledim ama izlememeye devam etsem de olurmuş. Bill Murray’i izlemek keyif veriyor, Scarlett Johansson’un daha genç ve daha doğal halini izlemek de keyif veriyor (hele Hail, Caesar!’da gördükten sonra). Fakat film beni hiç sarmadı. Başlangıçtaki Japonlarla iletişim dramı yaşayan Bill Murray kısımları ne kadar keyifliyse filmin sonradan döndüğü “anlatamayan ve anlaşılamayan insanların hikayesi” o kadar da baydı hatta can verdirdi. Kötü film demek de içimden gelmiyor. Hitap etmedi diyerek sıyrılayım.

John Wick - Chapter 2: Daha taze taze izledim. İlk filmin üstüne koyarak gitmişler. İlk filmde yarattıkları alternatif kurgu ve evrenle basit bir aksiyon filminin ötesine geçmeyi başarmışlardı. Bunda daha da detaya inmişler, harika olmuş. Konu bildiğimiz konu, twist yok bir şey yok ancak işleniş şekli mükemmel. Keanu Reeves’in daha önce yolunun kesiştiği Laurence Fishburne (The Matrix-Morpheus) ve Peter Stormare (Constantine-Lucifer) bu filmde de ufak rollerle ona eşlik etmiş, güzel bir detaydı. Film taze olduğu için detay verip spoilera girmek istemiyorum. Birkaç ay sonra detaylı bir yazıyı hak eden bir evren ve film. İmkanınız varsa sinemada izlemenizi tavsiye ediyorum.

Dediğim gibi filmler dışında buraya yazacak pek bir şey yapmadım. Stephen King’in bir diğer kitabı Maça Kızı (Hearts in Atlantis)’na başladım. Kara Kule serisiyle bağlantılıymış anladığım kadarıyla ancak bu kitabı anlamayacağınız anlamına gelmiyor. Ben anlıyorum çünkü. Üç hikayenin ilkini bitirdim. Stephen King’in yazım tarzında en sevdiğim nokta detaylı karakter anlatımı dışında tempoyu tatlı tatlı yükseltmesi oluyor. Başarılı bir gerilim filmi gibi sayfalarca sizi kendine bağlayıp, içinizi sıkmayı başarıyor. Bunda çevirmenin de büyük rolü var. Bu kitabın çevirmeni Meral Gaspıralı ve Mahşer’i çeviren Canan Kim’e saygılarımı iletmek istiyorum. Yalnız bu kitabın da sonu patatese bağlayacak gibi geliyor, hayırlısı.

Unutmadan, kitabın Hearts in Atlantis adında Anthony Hopkins’in oynadığı bir filmi varmış. Bitirdikten sonra izlerim.

Aslında bundan önce King’in Richard Bachman adıyla yazdığı Ateş Yolu kitabına başlamıştım ancak keyif vermedi. Sanırım o kitap yarım kalacak. Eskiden kitapları yarım bırakamazdım artık keyif almayınca bırakıyorum.

Defter Arkası dedim defter oldu yazı.

Çeviri yapma işini hızlandırdım. En az iki günde bir yazı koymak istiyorum ama nasip artık. Bir yandan daha başlığının atılmasını bekleyen bir tez diğer yandan yazmaya çalıştığım uzun bir hikaye var.

Evet, bu futbol izleyip uçana kaçana atarlanan, sövüp sayan, belaltı şaka, öküzce mizah yapan kardeşinizin içinde bir yazar var. “Aslında yüreğinde kanat çırpan kuşlar sadece gözyaşlarının yıkadığı, hayal kırıklığı taşıyan güvercinlerdi ama o, o hiç yoktu...” diye yazmıyorum elbette, yazarsam vurun beni. Atın beni denizlere.

Veya beni bırakın önce Dursun Özbek’i atın denizlere.

Tureng Sözlük’e de buradan sonsuz teşekkür. O olmasa birçok kelime karşısında aval aval bakıp kalırdım.

Şöyle bir sayaca bakıyorum, 500 kelimeyi geçmiş yazı. Defteri de aştım. Burada bitireyim. Herkese iyi günler/geceler.

Hiç yorum yok:

  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO